8 Şubat 2014 Cumartesi

Mezhepler Tarihi 1 \ Muhammed Ebu Zehra

GİRİŞ
İslâm Hukuku'nun iki ana kaynağı vardır. Kur'an ve Sünnet.(...)
(...)Kur'an,İslâm Hukukunun beslendiği ana yasadır. Her türlü hukuk kuralları ve adlî müeyyide Kur'an anayasasından çıkar,vücut bulur.(...)
(...)İslâm dini ile akıl birbiriyle çelişen iki ayrı şey değildir. Aksine birbirini tamamlayan ve ortaya şaheser çıkaran iki dosttur. Onun için bedevinin biri şöyle söylemiştir: "Allah Rasulü neyi yapmamızı,istiyorsa, akıl bunları reddetmiyor,yapma demiyor. Yine Allah Rasulü neyi de yapma diyorsa,akıl onun yapılabilir olduğunu ileri sürmüyor."
Çünkü Allah Rasulü'nün yap veya yapma dediği her şey yaratılış kanunlarına uygundur,doğa ile çatışır yanı yoktur.(...)
(Sf:23)
Gerek vahiy,gerekse de Allah Rasulü'nün içtihatında hata aranılamaz. Rasul Allah'tan geleni aynen tebliğ etmiştir,bizlere nakletmiştir. Yaptığı içtihatlarda yanılmış ise,Allah büyük bir hikmete binaen hatalarını âyet indirerek düzeltmiştir ve onun için Allah Rasulü'nün içtihatına uymamak diye bir anlayış bahis konusu bile edilemez.( Sf:31)
O(Rasulullah) Allah'tan alıp insanlara tebliğ ederken bir Rasul, ama tebliğ ettiği ilâhî prensipleri uygularken bir kuldur.( Sf:33 )
ASHAP DÖNEMİNDE İÇTİHAT
 İslâm dinine ve dolayısıyla mutluluk ve saadete açık olan insan vicdanları üzerindeki küfür baskısını kaldırmak için savaşır İslâm. Kimseyi zorla Müslüman etmek hakkına sahip değildir Müslüman. Ancak İslâm'ı kabul edebilecek temiz fıtratlı insanlar üzerine baskı kurulmasına da müsaade edemez. (sf:36)
Demek ki İslâm Devletinin savaşı dinî bir zorlama için değildi. Onun savaşı insanları ezen zalim idarecilere, vicdanları ezen ve doğruyu bulmasına engel olan adaletsiz otoritelere karşı idi. Yani, hürriyet savaşıydı İslâm'ın savaşı. Adalet savaşıydı İslâm'ın savaşı. Ha,hukuk savaşıydı İslâm'ın savaşı. Bir başka deyimle, dinî baskıları kaldırma savaşıydı İslâm'ın savaşı. (sf:36)
Müslüman olmayanlara, Müslümanlar"zımmi" adını vermişti. Zira onlar Allah Resulü'nün zimmetinde (koruması altında)idiler. Çünkü Allah'ın Resulü onlara herhangi bir zarar gelmesini yasaklamıştı: "Bir zımmiye (İslam'ın koruması altında olan gayr-i müslime) kötülük edenin kıyamet gününde hasmı benim!"(sf:37)
Her biri ihlasla İslam'a ve onun Resulü'ne bağlı olan ashap, herhangi bir konuda çözüm yolu arayıp da Kur'an ve sünnette bulamadıkları zaman, Kur'an ve sünnetin kendilerine kazandırdığı bilgi ve tecrübeyle içtihata müracaat ediyorlardı. Yaptıkları bu iş Allah Resulü'nün de tasvip ettiği ve izin verdiği bir işti.
Allah Resulü Muaz bin Cebel'i, Yemen'e vali olarak tayin ettiğinde,sormuştu Muaz'a: "Neyle hükmedeceksin ya Muaz?" Cevap verdi Muaz: "Allah'ın kitabı ile!"
"Allah'ın kitabında bulamazsan?"
"Senin sünnetinle ya Resûlallah!"
"Ya onda da bulamazsan?"
"O zaman kendi reyime müracaat edeceğim!"
Bunun üzerine Allah'ın Resulü şöyle buyurdu:
"Allah'a hamdolsun ki,Resulünü,razı olduğu şekilde muvaffak etti."(sf:39)
Ashaptan bazıları hadis nakletmekten çekinmişlerdir, ama görüşlerini belirtmekten asla çekinmemişlerdir. Zira reylerini açıkladıklarında ya isabet ederler, ya da etmezler,isabet kaydederlerse dinî bir hükmü yerine getirmiş olurlar. Hata ederlerse, bu hata kendilerine ait bir hata olarak kalır, başkalarına fazla bir zarar ulaşmaz. Hadis ise öyle değildir. Bu sadece kendilerini ilgilendirmiyor,başkalarına da zarar veriyor. Özellikle de Allah Resulü'nün söylemediği bir sözü ona isnat etmekten çekiniyorlar ve onun için hadis rivâyet etmekten kaçınıyorlar.. Zira Allah'ın Resulü bu konuda şöyle buyurmuştur: "Kim benim söylemediğim bir sözü söyledim gibi naklederse,kendine ateşte bir yer ayırsın!" (sf:42)
(Ashabın) Maslahata uygun fetva vermeleri de,asla Kur'an ve sünnet dışında değildir. Hele hele bu fetvaların hiçbiri Kur'an ruhuna ve esprisine aykırı olmamıştır,olamaz da. Aksine onların her fetvası,Kur'an ve sünnetten beslenerek gelişmiş idraklerinden,adeta Kur'an ve sünnetle özdeşleşmiş düşünce yapılarından doğmaktaydı. Onlar Kur'an ve sünnetle yatıp kalkarlardı. Onlar Kur'an ve sünnetin içinde yoğrulmuşlar,dünyaya,hadiselere ve bütün çevre şartlarına Kur'anlanmış ve sünnetlenmiş insanlar olarak bakmışlar ve değerlendirmişlerdi.(sf:44)
  Reylerine uyarak fetva verenler, verdikleri fetvalara uyulmasını bekliyor ve konular hakkında verdikleri kararlara itibar edilmesini istiyorlardı. Fakat, verdikleri fetvaların ve kararların dinî bir nass gibi kabul edilmesini ve bu kararlara âyet gibi uyulmasını hiçbir zaman istemiyorlardı.
Böyle olduğunu belirten en güzel örnek Hz. Ömer'in şu sözleridir:
"Ey Müslümanlar! Doğru kararlar ve görüşler Allah Resulü'nün reyidir. Çünkü O'na bu görüş ve kararları bizzat Allah verdiriyordu. Bizim reyimiz ise, sadece zandan ve tavsiye den ibarettir." (sf:45)
(Sahabeler) Gerçeği arayan insanların mutlaka bulacaklarını, kendi hayatlarıyla ispat etmişlerdir. (sf:50)

TÂBİİN DÖNEMİNDE İÇTİHAT
Sahabeler kendilerinden sonra büyük işlerin üstesinden gelecek birçok öğrenci yetiştirmişlerdir. Kendilerinden sonra gelecek olan nesle de Kur'an'ın "İslâm'da birinci derecede derece kazananlar hicret,edenler, hicreti kabul edenler ve onlara en iyi biçimde tâbi olanlar" (Tevbe:100) ayeti gereğince tâbiin adını vermişlerdir. Gerçekten bu ismi onlara Allah vermiş ve büyük bir şerefe nail kılmıştır.
Tâbiin nesli rivâyet ve hukukî içtihatları hazır bir şekilde ellerinde bulmuşlardı. Onlara kalan sadece iki iş vardı.
Bir,kendilerini intikal eden bu ilmî serveti bir usul içinde derleyip toparlamak,bozulmamak üzere muhafaza altına almak. (...)
(...) İkinci yaptıkları iş ise, bir mesele hakkında ashabım reyini, Kur'an ve sünnetin nasslarını bulamadıkları zaman,kendi başlarına içtihat yolunu tutmaktı.(sf:53)
Tâbiinden birçoğu,hakkında nass ve ashap reyi bulamadıkları konularda,kendileri içtihat ederek fetva verirlerdi. Fakat bazıları, hakkında nass ve ashap reyi bulamadıkları konularda kendiliklerinden içtihat edip fetva vermekten çekinirlerdi. Bu iki tip,ashap döneminde de vardı. Fakat ashap, ilimlerini doğrudan doğruya Allah Resulü'nden aldıkları için, içtihatta kendilerinden daha emindiler. (...)
Fakat tâbiin döneminde,ashap zamanında birbiri içinde olan ve onun için de ayrılması zor olan bu iki usul birbirinden tamamen ayrıldı ve aradaki fark apaçık bir biçimde ortaya çıktı. Ayrıca Müslümanlar arasındaki ihtilaflar çoğalmış ve şiddetlenmiş,Müslümanlar birbiriyle sert tartışmalara girmişti. Bu tartışma birbirlerini küfür ve sapıklıkla itham etmeye kadar varmıştı. Hatta o kadar ki, ihtilafta taraf olanlar birbirlerine kılıç çeker duruma geldi.
Bu durumda ister istemez gruplar birbirinden ayrılmış ve şu üç gruba bölünmüştü:
1. Hariciler
2. Şiiler
3. Sünniler
Bunlar bilinen ve belli başlı olan üç ana gruptu. Bu devirde,hiçbir gruba ve fitne hareketine iştirak etmeyip,kenarda,kendi köşelerinde kalmayı daha uygun bulanlar da vardı ve sayıları oldukça yüksekti.
Hariciler,kendi aralarında da ihtilaf ederek birçok gruba ayrılmıştır. (...)
Şiiler de kendi aralarında birçok gruba bölünmüştür. O kadar ki, bazıları İslâm dininin çok dışına çıkmışlardır. (sf:55)
Böyle bir hava içinde, kendilerini fitneden koruma endişesi taşıyanlar, hadis rivâyetlerine daha çok önem veriyor ve onlara sımsıkı sarılmayı daha emin bir yol olarak görüyorlardı.
Bunlardan ayrı bir grup da, Allah Resulü'nden rivayet edilen hadislerin arasına ayıklanmayacak kadar çok yalan hadis katıldığı için, önlerine çıkan konular hakkında,hadise pek önem vermeyerek,Kur'an ve ashap icraatını kendileri için dayanılacak hüccet sayarak fetva veriyordu. Yani,konuları içtihata müracaat ederek çözmeye çalışıyorlardı.
Böyle olduğu için, tabii olarak iki fıkıh usulü doğdu:
1. Reye dayalı fıkıh
2. Hadise dayalı fıkıh (sf:56)
İCMÂNIN VE ASHAP SÖZÜNÜN DELİL VE HÜCCET OLUŞU
Tâbiinlere göre ashabın söz ve hareketleri bir delil, müracaat edilecek bir hüccet idi. ( Şii mezhebinden olan İmamiye kolu,Hariciler ve Zahirî ekolüne sahip olanlar hariç.)
Ashabın hareketi amelî olarak ikiye ayrılır:
1. Başlangıçta aralarında tartışma da olsa, sonuçta ittifak ettikleri rey artık icmâdır. Onun için de kabul edilmesi ve hüccet olarak görülmesi gereken bir hüküm mahiyeti taşır. (Zahirîler de ashabın icmâsını hüccet olarak kabul eder.)
2. Şayet bir konuda ashap arasında bir icmâ hasıl olmamışsa, o zaman her fakih kendi hocası olan ashabı hüccet olarak görür ve görüşlerini kendisi için rehber bilir.
(...) Tâbiine göre,ashabın sözü ve hareketleri,sadece bir reyden ibaret değil,aynı zamanda uyulması gereken bir sünnettir.(sf:59)
(...) Ashabın hallerini ve yaşayış biçimlerini bilmeyenler "Onlar da bilselerdi bütün bildiklerini rivâyet ederlerdi." derler. Hâlbuki ise, durum hiç de sanıldığı,gibi değildir. Onlar Allah Resulü'nden bir şey naklederken, yanlış nakletmekten o kadar çekinirlerdi ki, işte bu endişe onlara çok az hadis rivayet ettirmişti. Konuştukları her şey belki de Allah Resulü'nden duydukları şeylerdi ama, hiçbir zaman söylediklerini Allah Resulü'nden duyduklarını söylemezlerdi. "Allah'ın Resulü şöyle şöyle buyurdu" demezlerdi. (sf:60-61)

MÜÇTEHİT DÖNEMİNDE İÇTİHAT
Tâbiin döneminden sonra, onların talebeleri kuşağı gelir ki, bunlara tebe-i tâbiin ismi verilmiştir. İşte fıkıh ekollerinin başlangıcı bu dönemdedir. (sf:63)
(Tâbiinlerden sonraki) iki tebe-i tâbiin ve ondan sonra gelen müçtehitler döneminde uydurma hadisler ortalığı kaplamış ve Müslümanlara etki etmeye başlamıştır.
Kadı İyâz,uydurma hadis konusunu şöyle dile getirmektedir:
"Uydurma hadis rivayet etmeye çalışanlar birkaç sınıfa ayrılırlar.
Onlardan bazıları Allah Resulü'nün hiç söylemediği sözleri,birbirini küçük düşürmek ve kendisini daha çok biliyor göstermek için hadis gibi söylemişlerdir. Bunlar hiç şüphesiz kâfir ve zındıklardır. Kibirli sahtekârlardır.
Bir kısmı, kendilerince dindarlıklarından ötürü hadis uydurmuşlardır. Bunlar birtakım şeylerin faziletleri hakkında hadisler uydurmuş  cahil ve haddini bilmez dindar kimselerdir.
Bazıları da hadis rivayet etme vesilesiyle şöhret olma yolunu seçmişledir. Onun için de çok acayip, birtakım gizli sırları açıklayan hadisler rivayet etmeye kalkışmışlardır.
Bazı sapıklar da, kendi gizli maksatlarına adam çekebilmek için,bir mezhep tutanların, mezhep tutmadaki taassuplarını perçinlemek için hadis uydurmuşlardır.
Bir kısmı insanların dünyaya bağlılıklarını haklı gösterecek hadisler uydurarak, halkın gözünde büyümeye ve itibar kazanmaya çalışmıştır.
Hadis uyduranların bazıları da doğrudan doğruya hadis uydurmamış,fakat zayıf temele dayalı hadislere kuvvetli deliller kazandırma yolunu tutmuştur. Zayıf senetleri meşhurlaştırmışlardır.
Bazıları da hadis senetlerini alt üst ve hadis râvilerine hiç olmayan isimler eklemişlerdir. Onlar bu yolu ya fevkaladelik kazanmak ya da cehaletlerinden dolayı tutmuşlardır.
Bir başka grup da, görmediği kişileri gördüğünü, işitmediği şeyi işittiğini ileri sürmüş ve böylece itibarını artırmaya çalışmıştır. Böylece rivayet ettikleri hadisleri bizzat kendilerini görmedikleri ve kendilerinden duymadıkları kimselerle desteklemişlerdir.
Diğer bazıları da,bir art niyetle,kasten ashap sözünü, Arap atasözlerini ve filozofların ileri sürdüğü fikirleri Allah Resulü'nün sözleri gibi nakletmişlerdir. (Tarih el-Teşri el-İslâmî, Muhammed el- Hudri,S.87).  (sf:65-66)
İmam Malik bu hususta (râvilerin makbul olduğu ya da olmadığı hususunda) şöyle söylerdi: "Dört kişiden asla ilim (senet) alınmaz. Diğerlerinden ise alınır." Senet alınmayan bu dört tip şunlardır:
1. Sefihler (Ne yaptığını bilmeyen aklı kıtlar.)
2. Nefsî arzularına gem vuramayarak bid'atlere düşenler.
3. Uydurma hadis söylememiş olsalar bile, konuşurken yalan söyleyenler.
4. Dindar ama, ümmi ve cahil olanlar. (sf:68)
Hadis rivayet eden tâbiinde şöyle vasıflar olmalıdır:
1. Hadisi ayrı bir yoldan mâna itibarıyla Allah'ın Resulü'ne götürebilmek.
2. Hadisi destekleyen ve ilim ehlinin de kabul ettiği,başka bir yolla mürsel olarak gelen bir hadisin bulunması.
3. Sahabilerin kabul ettiği mürsel bir hadisle destekli olmak.
4. Bazı bilginlerin kabul ettiğini bildiren bir fetvaya vücut vermek. Yani, bazı bilginlerin mürsel yoldan gelen hadise dayalı olarak fetva verdiklerini ispat etmek. (sf:69)
Şehristanî "El-Milel ven-Nihal" adlı eserinde bu konuda (içtihatın kaçınılmazlığı) şunları söylemektedir: "İbadet ve muamelat hususundaki yeni olaylar sayılamayacak kadar çoktur. Biz kesin olarak biliyoruz ki, her olay hakkında açık bir nass gelmemiştir. Zaten gelmesi de aklen ve mantıken düşünülemez. Nasslar mahduttur, sınırlıdır ve her olayı içine alması mümkün değildir. Demek ki, içtihatın, kıyasın, yeni yeni olaylar üzerinde reye dayalı içtihatın yapılması bir mecburiyettir." (sf:70)

EHL-İ ŞİA VE HARİCİLERDE FIKIH (HUKUK)
A. SİYASİ GRUPLAR
Şiiler:
(Şiiler) Hilafetin ümmetin reyine bırakılamayacağı ve bu yüzden de Resulün kendi yerine vekil bırakmak mecburiyetinde olduğu, O'nun da böyle yaparak Hz. Ali'yi imam tayin ettiği inancındadırlar. (sf:74)
Şia genel adı altında toplanan çeşitli başka gruplar da vardır. Bunlardan bazıları Hz. Ali'yi ulûhiyet makamına çıkarıp yücelttikleri için İslâm dininin dışına çıkmıştır. Bu tür itikadın kurucusu, Yahudi dönmesi İbn-i Sebe'dir. Onun için Hz. Ali'yi tanrılaştıran gruba Sebeiyye denilmektedir. Aynı durumda olan bir grup daha vardır ki, adı Gurabiyye'dir. Gurabiyye grubuna göre, Cebrail Allah'tan getirdiği vahyi getirirken şaşırmış, Hz. Ali'ye vereceği yerde, Hz. Muhammed'e vermiştir. Bunlara göre,Hz. Ali ve Hz. Muhammed birbirlerine bir karga gibi benzeştiği için,Cebrail şaşırmıştır. Onun için bu gruba kargacılar anlamına gelen "Gurabiyye" adı verilmiştir.
Bu iki fırka da Hz. Ali zamanında ortaya çıkmış ve Hz. Ali her iki grup için de kâfir deyimini kullanmıştır. (sf:74)
Şia içinde dinden çıkmayan ve Ehl-i Sünnet'e yakın olan birtakım gruplar da vardır. Bunların başında, İmam Zeyd bin Ali Zeynel-Abidin bin Hüseyin 'e mensup olan Zeydiye mezhebi gelir. Bu mezhebe göre, hilafet, Hz. Ali'nin, Hz. Fatıma'dan doğma oğullarına kalmalıdır. Bunlar, ister Hasan, isterse Hüseyin soyundan gelmiş olsunlar,durum değişmez. Gerçekte, hilafetin Ali evlatlarına verilmesi şart değildir ama, onlara verilmesi çok isabetli bir iştir, bunlara göre. Gene bunlara göre, hilafet görevini adaletle yerine getiren bir kişiye itaat etmek vacip olur. Onun için de, Hz. Ebu Bekir ve Ömer'in hilafetleri meşrudur ve kabul edilip biâd edilmelidir. Hz. Ali Allah Resulü tarafından hilafet görevine tayin edilmemiştir. Sadece, imamda, önderde bulunması gereken yaptığı tanımlama, Hz. Ali'yi anımsatmaktadır. (sf:76)
Hariciler:
Bunlar, Hz. Ali ile Muaviye arasında geçen Sıffin savaşından sonra, Hz. Ali'nin meseleyi hakem aracılığı ile halletme teklifini kabul etmesi üzerine, Hz. Ali'nin ordu saflarından ayrılan kişilerdir. Hâlbuki, daha önce Hz. Ali'yi hakem konusunda zorlayanlar da onlardı. Fakat Hz. Ali bu fikri kabul ettikten ve uyguladıktan sonra,işin içine hile karıştığı ortaya çıkınca, Ali'nin üzerine yürümüşler ve onun yanıldığını ve küfre saptığını iddia etmişlerdir. Daha sonra hakem olayını kabul edenlerin hepsini de küfürle itham etmişlerdir. Bu durumdan sonra, kendilerinin tevbe ederek küfürden kurtulduklarını, diğerlerinin tevbe etmedikleri için kâfir olduklarını ileri sürmüşlerdir. Onlara kendilerini takip ederek tevbe ederlerse küfürden çıkacaklarını söylemişlerdir. (sf:78)
Genel olarak Haricilerin görüşlerini şöyle özetleyebiliriz: Hiçbir aile yahut kabile,hilafet konusunda bir diğerinden üstün değildir. Halifeyi tüm Müslümanlar tam bir hürriyet ve serbestiyet içinde seçerler. Şayet halife Allah yolundan sapar ve adaletten ayrılırsa,Müslümanlara onu makamından indirmek ve hatta öldürmek hakkı doğar. İsterse bu halife, seçilirken, normal ve şer'i yollardan seçilsin, sonuç aynıdır. Bunlara göre, halifenin yaptığı adaletsizlikte, onu makamından indirecek bir makam bulunmalıdır. Aynı zamanda, Halife idarecilerden her isteyenin istediği zaman azletmesine ve öldürmesine engel olacak adamlara da sahip olmalıdır.
Ayrıca Hariciler büyük günah işleyenlerin kâfirliğine hükmetmişler, kendilerine karşı olan herkesi de büyük günah işleyenlerden saymışlar, zalim sultanlara isyan etmedikleri için de kâfir kabul etmişlerdir. (sf:79)
B. İTİKADÎ GRUPLAR
Mürcie:
İtikat bakımından Haricilerin tam karşıtı durumuna girmektedir. Hariciler büyük günah işleyenleri kâfir ve sonsuza kadar cehennemlik sayarken, Mürcie grubu, küfür içindeyken ibadetin bir faydası olmadığı gibi, iman sahibi olarak günahın da bir zararı yoktur itikadındadır.(...)
Cebrîyye:
Bu itikatta olanlara göre,insanın yaptığı ettiği işlerde kendine ait bir iradesi yoktur. İyilik yahut kötülük yapmak kulun kendi elinde değildir, iyiliğin de kötülüğün de sahibi Allah'tır.
Mutezile (Kaderiyye):
Bu itikatta olanlara göre, insanoğlu kendi kötü fiillerini kendisi yaratır. Bu kötü fiillerde Allah'ın bir dahli yoktur. Allah sadece iyiliği ve hayrı yaratandır. (sf:81-82)
 Mezhepler Arasındaki İhtilaflar Ve Sebepleri
Teferruatla ilgili fıkıh meselelerindeki ihtilaflar, dinin kesin hükümlerinden ayrılmadıkça,o kadar mühim bir şey sayılamaz. Başka bir deyimle, ihtilafın sebebi hakikati araştırmak olursa, insanlar için daha iyiyi ve daha doğruyu bulmak hususunda geniş bir kapı açılmış ve doğruyu seçebilmek ve tercih edebilmek için,akla geniş bir alanda hareket imkânı verilmiş olur. Çünkü gerçekler, fikir tartışmasından doğacak çeşitli alternatifler arasından bulunabilir. (sf:83)

İhtilafın Temel Sebebi
Dinin kesin emirlerinde ve icmâ halinde kabul edilmiş hukuk konularında, herhangi bir ihtilaf bahis konusu değildir. Bunların dışında kalan teferruatla ilgili konularda, hukuk okulları arasında ayrılıklar vardır.
Bunlar (teferruatla ilgili konular), hakkında kat'i nass bulunmayan ve çözümü nassların ışığı altında akılla mümkün olan meselelerdir. Bu gibi meseleler çok çeşitli olup,bunlar hakkında değişik,deliller getirilerek hüküm verilebilir. Böyle konularda bir müçtehit hataya düşse bile,niyeti samimi oldukça sevap kazanmaktadır. Allah'ın Resulü,buyurmaktadır: "Bir müçtehit içtihadında isabet kaydederse ona iki ecir (sevap),yanılırsa bir ecir vardır." (sf:84)
Kur'an Konusundaki İhtilaflar
Asıl delil kitaptır. Her hükümde delil ve istidlal (çıkarsama) kitapla yapılır. Bunda hiçbir ihtilaf yoktur. (...)
Kitapla ilgili ihtilaflar, bizzat kendisiyle ilgili değil, içinde bulunan bazı kelimelerin anlamındadır. Kur'an'ın kelimeleri çoğunlukla açıktır. Ama öyleleri de vardır ki, geniş anlamlı ve girifttir. İşte bu tür kelime ve deyimler ihtilaflara konu olmaktadır.(sf:85)
Bazı ihtilaflar da vardır ki, bunlar ibarelerle ilgilidir. Bir delilin delâlet ettiği hüküm üzerinde ihtilaf edilmiştir. Böyle durumlarda kullanılacak ve deyimleri açıklayacak hadisler bulunduğu halde, yine de ihtilaf etmekten kurtaramamışlardır kendilerini.
Bu konuya örnek verecek olursak: "Sünnet Kur'an'ın genel hükmünü sınırlar mı sınırlama mı?" gibi bir örnek verebiliriz. Burada hukukçular ihtilafa düşmüşlerdir. İmam Şafii, Ahmed bin Hanbel ve daha birçok âlim,"Kur'an'ı sünnet açıklar. Çünkü sünnet salt bir biçimde Kur'an'a dayanmakta ve onun mücmel(kısa öz) hükümlerini genişleterek açıklamaktadır." demişlerdir. Ve şu âyeti de iddialarına delil getirmişlerdir: "Biz sana da Kur'an'ı indirdik. Ta ki insanlara kendilerine indirileni açıkça anlatasın." (Nahl:44) (sf:85)
Ehl-i Sünnete göre Kur'an, ancak sünnetle açıklanır, sünnet aracılığı ile anlaşılır. Şayet sünnet bulunamazsa, edebî Arab dilini, şeriat ve onun genel amaçlarını çok iyi bilen kişiler Kur'an-ı Kerim'i yorumlayabilir ve içtihat yapabilir.
İmamiyye grubuna göre ise i, on iki imam,Kur'an'ın anlamının anlaşılmasına yardımcı olan anahtar mesabesindedir. İnsanlar, ancak bu on iki imamı anahtar olarak görürlerse, Kur'an'ın kapılarını açabilirler. (sf:86)
Allah Resulü'nün Hadisleri Konusundaki İhtilaflar
Sünnet veya hadis konusundaki ihtilaflar onun hüccet olup olamayacağı sorusundan çıkmamaktadır.
Sünnet ve hadis üzerindeki ayrılıklar, sünnete isnat etmek, yaslanmak şart mıdır yoksa değil midir? (...)
Sünnetten hüküm çıkarsama (istidlal) hususundaki ayrılıklar, rivayet edilen hadisleri bazı imamların bilmeleri, bazılarının da bilmemeleri hususuyla ilgilidir. Hadisin varlığını bilenler, hadise göre hüküm vermişler, varlığından haberi olmayanlar da reylerini kullanmışlardır. (sf:87)
Rey Hakkındaki İhtilaflar
Bu konuda ihtilaf hem asılda hem usulü hakkındadır. Bazı İslam hukukçuları, hükümlerin ancak kitaptan, yani Kur'an'dan alınacağını düşünmektedirler. (...)
Rey ile içtihat etmeyi kabul eden hukukçular İslam hukukçuları arasında çoğunluğu teşkil etmektedir. O kadar ki, hakkında nass bulunmayan meselelerde, hükme hüccet olmak bakımından, rey ile içtihat etme ,icmâ teşkil edecek kadar geniştir ve ittifak hasıl olmuştur. Bundan ötürü İslam hukukçularının birçoğu;"Reyi tanımayanların hiçbir değeri yoktur. Deyin değeri onların iddiaları dışında, kendisinde icmâ oluşmuş bir konudur. Böyle olunca da, reyi kabul etmeyenler İslam hukukçuları arasında sayılamazlar." demişlerdir. Ama böyle bir iddia üzerinde tartışılabilir aşırılıkta bir iddiadır ve tartışılmalıdır. (sf:90)
Reyi kabul eden hukukçular kendi aralarında onun usulü hakkında ayrılığa düşmüşlerdir. Bazıları rey ile içtihatın tek usulü kıyastır demişlerdir. (sf:90)
Genel menfaatler, İslam dininin amaçlarına uygun menfaatlerdir. Herhangi bir genel menfaat hakkında olumlu veya olumsuz özel bir açık nass bulunmazsa,öylesi bir mesele ,bu usul ve metoda göre değerlendirilir. Ama hiçbir zaman bu işlemde nassların hükümleri dışına çıkılamaz. Fakat,kıyas işleminde olduğu gibi, belli bir nassa bağlanmak ve meseleyi o nassa göre halletmek mecburiyeti yoktur. Aksine, değişik nasslarla mesele hakkında en faydalıyı bulmaya çalışmak gerekir. Bu kuralı kabul edenler, Hz. Ömer, Osman,Ali gibi büyük sahabelerin yolundan gitmişlerdir. (sf:91)
İcma Üzerindeki Düşünce Ayrılıkları
Birtakım icmâ vardır ki, böyle icmâları bir Müslüman'ın reddetmesi mümkün değildir. İslâ m dininin esaslarından olan bu tür icmâlar, mesela, namazın rekâtları, rükünleri, farz namazların sayıları, Ramazan ayı orucu, ve zekâtın farz oluşu gibi meselelere dairdir. Bu konularda icmâyı kabul etmemek, icmâya konu olan farzları reddetmek anlamı taşır ki, böyle bir durumda olan kişi İslâm dininin dışına çıkmış olur. (sf:93)
Gerçeğe akıl erdiremeyen bazı kimseler, her icmâın bütün nasslardan üstün olduğunu sanırlar. Bu bir büyük anlayış hatasıdır. Fakat ne kadar yazık ki, çok yaygın bir kanaattir. Hatta o kadar ki, Müslüman olmayan bazı yazarlar, icmâ ile,dinî hükümlerin değişebileceğini ve İslam ümmetinin icmâı sayesinde,nassa dayalı hükümleri değiştirme imkanı olduğu halde değiştirmediklerini ve statik kaldıklarını iddia ederler. İslam dinini bu kadar gülünç bir biçimde yorumlamak aslında şaşılacak bir iştir. (sf:94)
Haricileri, Şiileri ve bir grup Mutezile'yi hesaba koymazsak, İslam hukukçularının büyük çoğunluğu ashabın icmâını hüccet olarak kabul etme konusunda ittifak etmişlerdir. Ashabın icmâı bir olgudur, güçlü bir örnektir. Onun için de, dört mezheble birlikte Zeydiler de seçkin neslin icmâını hüccet olarak kabul etmişlerdir. (sf:94)
(Mesela) dedenin mirasçı olması hakkında icmâ vardır,fakat miktarı hakkında yoktur. Dedeyi mirastan mahrum etmek hiçbir zaman doğru değildir ama, miktarı hakkında reylerden birini tercih etme hakkı daima vardır. (sf:96)
Şayet muhalif görüş şaz, yani münferit bir reye dayanıyor ve nasslarda zıddiyet içinde değilse, o zaman icmâyı bozar. (sf:97)
Hukukçuların çoğu rey ve kıyası reddedenlerin icmâyı bozamayacakları kanaatindedirler. Onun için de Şiilerin itirazı icmâyı bozamaz. Zira onlar ehl-i bid'attan sayılmaktadırlar. (sf:97)

Medinelilerin İcmâsı
İmam Şafii'ye göre, Medinelilerin, her mesele hakkında ettikleri icmâyı, diğer İslâm ülkelerinin âlimleri de uygun görmüş ve böylece o icmâlar ümmetin icmâsı haline gelmiştir. (sf:100)
Ashabın Fetvası ve Söyledikleri
Dört büyük hukuk okulunun bilginleri, ashabın fetva ve sözleri ile amel etmek hususunda birleşmişlerdir. (sf:101)
Müslümanların başlarının,yöneticilerinin sözleri, genel menfaatler hesaba alınarak söylendiği için, umuma intikal etmekte ve maruf hale gelmektedir. (sf:102)
Tâbiinlerin Fetva ve Sözleri
Ebu Hanife ve Şafii, ashabın söz ve fiilleri ile amel ettikleri halde, tâbiin sözleri ve fetvalarıyla amel etmemişlerdir. Ebu Hanife durumu açık bir biçimde dile getirmiştir: "İş İbrahim ve Hasan'a gelip dayanırsa, o zaman onlar da insan, biz de insanız!"(sf:104)
Hukuk Okulları Arasındaki Ayrılıkların Etkileri
Hukuk konusunda görüş ayrılıkları değişik ekolleri meydana çıkardı. Tabii ki, bunun doğal sonucu bir takım mezheplerin ortaya çıkmasıydı ve öyle de oldu. İşin bu noktasında işaret etmemiz gereken konu şudur: bu ayrılıklar, İslâm dininin özüne, nirengi noktası kabul edilebilecek  önemdeki kurallarına ait konularda değil,daha çok teferruatla ilgili aykırılıklardır.(sf:105)
Bazı hukukçular ona (İmam Ebu Hanife'ye); "Bu senin ileri sürdüğün fikir veya fetva,hiç şüphe götürmez bir gerçek midir?" diye sorduğunda; o büyük bir samimiyet ve tevazu hali içinde;"Bilmiyorum, belki ulaştığım sonuç hiç şüphe kaldırmaz bir hata ve bâtıldır." diye cevaplamıştır. (sf:106)
(İmam Ebu Hanife'nin) talebesi olan Ebu Yusuf'un kendi sözlerini yazdığını görünce;"Ey Yusuf! Vay senin haline! Benim sözlerimi yazıyorsun öyle mi? Ben bugünün meselesini biliyor ve ona göre düşünüyorum. Belki de yarın başka türlü düşünürüm. Hatta belki yarından sonra gelecek günde de daha başka türlü düşünebilirim!" (sf:106)
Hukuk okulları arasındaki ihtilaf, aslında zekaları geliştirmiş, İslam  âlimlerinin düşünce ufuklarını açmıştır. Çünkü bütün ihtilaflar gerçeği bulma gayretinden doğmuştur. Ve bu gayretler öyle zengin bir hukukî miras bırakmıştır ki, bütün insanlık âleminin en büyük serveti budur, iddiasında bulunursak,asla aşırılık yapmış olmayız.
İyi bir karşılaştırma yapıldığı takdirde, görülür ki, Batı Hukukuna me'haz olduğu ileri sürülen Roma hukuku, İslam hukukunun yanında çok küçük kalır. (sf:107)
Müçtehit İmamlar döneminden sonra hukuk çalışmaları, onların tespit etmiş olduğu usullerle sürmüştür. Yani, bütün çalışmalar evvelce tespit edilen biçimde yürütülmüştür. Böylelikle hukuk konusunda yeni düşünceler üretilememiş, önceki hukukçulara uymak gibi bir taklitçilik hakim hale gelmiştir. Ne kadar yazık ki, hicrî dördüncü asırda başlayan taklitçilik, git gide bütün bir İslam alemini işine almış ve hayat sürmüştür,ama, insan o hayatın gerisinde kalmıştır. (sf:107)
Taklitçilik, Hanefi ve Şafii mezhebinde daha çok kabul görmüş, Maliki mezhebinde ise, biraz daha müsamahakâr davranılmış, ama Hanbeliler içtihat kapılarının kapanmasını bütünüyle reddetmişlerdir. (...)
Zahirilere göre,her fert,hiç olmazsa, müçtehitlerin fetvalarının doğru olup olmadığını kavrayacak kadar bilgi sahibi olmaları gerektiğini ileri sürmüşler; fetvaların neye dayandığını, hangi ölçülerin kullanıldığını bilmeleri lazımdır, fikrini ileri sürmüşlerdir. (...)
Çünkü,insan aklı hiçbir zaman düşünmekten men edilemez ve edilmemelidir. Çünkü, yeni hayat şartlarının getirdiği birçok sorun, çözüm beklemektedir.
İçtihat kapılarının kapanması elbette ki kötü bir hadisedir. Fakat, içtihat için gerekli altyapıya sahip olmayan insanların içtihata kalkışmaları daha az kötü bir durum değildir. (sf:108)

İslam Dininin Hükümleri Hangi Amaçları Taşımaktadır?
Hepimiz, bilhassa Müslümanlar olarak biz, bilmekteyiz,ki, İslam dini bütün insanlara mutlu bir hayat yaşatmak için gönderilmiştir.
Bütün ibadetler, ferdin iç âlemini geliştirmeye ve onu hayata hakim kılmaya maruf amaçlar taşır. (sf:109)
İslâm toplumunda her alanda bütün yönleriyle adaleti, hakka dayalı hukuku teessüs ettirmek (İslam dininin amaçlarındandır.)(sf:109)
İslamiyet, İslam topluluğunu oluşturan her bireyin terbiye edilmesini, onların yetenekleri oranında iş yapacak duruma getirilmesini emretmiştir. (sf:111)
İslam dini, her insana kendi kabiliyetlerine göre bir yer vermiş ama, kabiliyetlerin önünü de hiçbir şekilde tıkamamıştır.  İyi ve faydalı iş yapan mükâfat alır, toplumda yüce bir mevki kazanır. (sf:111)
İslam dininde her verilen hakka karşılık, aynı oranda sorumluluk vardır. Mesela,dinimiz bir köle suç işlediği zaman, aynı suçu işleyen hür bir insana verdiği cezanın yarısı kadar bir ceza vermektedir. Çünkü hürün sorumluluğu köleninkinden daha fazladır ve onun için  yaptığından ettiğinden köleden daha fazla suçlu olur.(sf:112)
Toplumun genel menfaatlerini korumak,kötülükleri ortadan kaldırmak (İslam dininin amaçlarındandır.) (sf:112)
İslam dininin amaçladığı menfaatler öyle herkesin kendi işine gelen faydalar değildir. Gerçek menfaatlerdir. Genelin menfaatidir. Her birey bu genel menfaatlerden durumu gereği faydalanır. Ve bütün kuralları kimse kendi keyfine uygun biçimde değiştiremez. (sf:112)
İslam Dininin İnsan İçin Gerçekleştirmek İstediği Faydalar
Hiçbir İslam hukuk bilgini veya herhangi bir kimse,Kur'an ve sünnet nasslarına aykırı bir menfaati düşünüp iddia edemez ve buna maslahat adı veremez. Zira Kur'an ve sünnete aykırı maslahatlar kişinin kendi nefsine uygun olan hevaî isteklerdir. (sf:113)
Kur'an ve sünnet nasslarının üzerinde ciddiyet ve ehemmiyetle durduğu şer'i maslahatları şöylece sıralayabiliriz genel olarak:
Birinci maslahat, herkesin faydasına prensipler taşıdığı için dini korumaktır.
İkincisi, insan canını korumaktır.
Üçüncüsü,malı korumaktır.
Dördüncüsü, aklî gelişmeyi,korumaktır.
Beşincisi ise,nesli bozulmaktan korumaktır. (sf:113)
Yükümlülüklerdeki Maslahatların Dereceleri
İslam dininin yasakladığı her şey, bir maslahatın zedelenmesini önleyecek, zararı defedecek bir büyük tedbirdir. (sf:121)
Oruç kefaretinde din, köle azat etmeyi birinci derecede saymıştır. Çünkü köle azat etmenin menfaati kefalette bulunan diğer menfaatlerden daha büyüktür. İki ay art arda oruç tutmayı kefaretin ikinci derecesi olarak da kabul etmiştir. Zira bu cezâ bakımından daha faydalıdır. Altmış fakiri doyurmayı ise, üçüncü olarak derecelendirmiştir. Bir günlük orucun tutulmamasını karşılığı altmış fakiri doyurmaktır. Vaktinde tutulmayan bir orucun kefareti bunlardır ve dereceleri de faydalarına göre sıraladığımız gibidir. (sf:121)
(İslam dininde) bir belayı ve fesadı önlemek, bir hayırı celbetmekten ileri tutulmuştur. Onun için, yasakların birçoğu, emirlerin bir kısmından daha faydalıdır. (sf:123)
İnsana Gücünün Üzerinde Bir Mükellefiyet Yoktur
Zorluklarına katlanabilen mükellefiyetlerin sürekli bir biçimde yerine getirilmesi, şeriatin amaçlarındandır. Zira tâat ve kulluk sürekli olarak tekliflerin yerine getirilmesi demektir. Allah'ın emirlerini yerine getirmede süreklilik, ruhu yücelten, moral gücünü artıran bir eğitim demektir. Aşırı şahsî isteklerin hırçınlığı böyle bir eğitimle giderilebilir. Kolay ve basit gibi görülen teklifleri sürekli bir şekilde yerine getirmek insana büyük işleri yapacak seviyeye getirir. Mesela, her gün periyodik bir biçimde az da olsa sadaka vermeye alışan bir kimse, gerektiği zaman büyük paralar vermeyi de becerebilir. (sf:128)

İÇTİHAT
Aklı kısa olduğu için sınır tanımaz cahiller, içtihatın gelişigüzel bir mesele olduğunu, hiçbir yemek kurala dayanmadığını sanırlar. (sf:131)
İçtihat, bir meselenin, bir problemin,bir engelim açılması, çözülmesi ve en emin yolun bulunması için, düşünüp karara varmak ve bu yolda yılmadan çalışmaktır. (sf:131)
Mutlak İçtihat Ve Şartları
1. Kur'an dili olan Arap dilini çok iyi bir şekilde bilmek. (...)
İmam Gazâlî bu hususta şunu söylemiştir: "Bir müçtehitin, Arapların sosyal şartlarını anlayacak, kelimeleri kullanmaktaki maksatları bilecek kadar Arapça bilmesi gerekir. Zira, bir müçtehitin sarihve açık bir ifadeyi, kelimelerin zahirî ve özel manalarını,hakikat ve istilah anlamlarını,mecazları genellik ve özellik gösteren vasıflarını,kesin veya girift ifadeleri,mutlak yahut da muhayyer oluşunu, nassların muhtevasını, yanlışı doğruyu birbirinden ayırabilmesi lazımdır. Bu vasıfların hepsi bir kişide bulunursa, bu kişi de içtihat derecesine ulaşmış İslam bilginlerindendir." (sf:132,133)
2. Allah'ın Kitabı olan Kur'an-ı Kerim'i bilmek. (...)
Bu,beş yüz hüküm âyetinin inceliklerini bilmek, manâlarını kavramak demektir. Hüküm açısından genel ve özel ayetleri,bunların sünnetteki açıklanış biçimlerini, nesih-mensuh olanlarını bilmekle beraber,hüküm ifade eden âyetlerin yanında Kur'an-ı Kerim'in ihtiva ettiği bütün âyetleri topluca bilmek gerekir. Çünkü, Kur'an bir bütün teşkil eder ve parçaları birbirinden asla ayrılmaz. (sf:134)
3. Allah Resulü'nün sünnetini bilmek. Bu bilgiye sahip olmak hususunda da İslam  hukukçuları ittifak etmişlerdir. Bir hukukçunun çözüm aradığı konulardaki,Allah Resulü'nün ister kavlî isterse fiilî sünnetini bilmesi gerekmektedir. Bazı İslam hukukçuları daha da ileri giderek, bir müçtehitin,teklif edilen, sorumlu tutulan bütün hükümlere ait her hadisin hem lafızlarını hem de manâlaranı iyi bilmesinin gerekli olduğunu ileri sürmüştür. (sf:135)
4. Hakkında icmâ var olan konularda, ihtilaflı olanları ayırabilecek bilgiye sahip olması lazımdır.(...)
Hakkında icmâ meydana gelen konuları bilme mecburiyeti,hiçbir zaman bunları ezberleyip her yerde anlatmak anlamına gelmemektedir. Bir müçtehit karar vermek durumunda olduğu bir konu hakkında icmânın olup olmadığı yönündeki bilgiyle yetinebilir. (sf:136)
5. Kıyası bütün mâna ve mahiyeti ile birlikte bilmek.
a. Hükme temel olan gerçek nassların bilinmesi ve bu nassların anlatmak istediği hükümlerde etkili olan sebeplerle, hakkında doğrudan nass bulunmayan meselelere uygulanan sebeplerin bilinmesi.
b. Kıyas usul ve tanrının bilinmesi.
c. Geçmiş, kendinden önce gelmiş olan büyük İslam âlimlerinin,sebep ve delillerini ve hükümlere temel olan sebeplerin vasıflarını tespit etmede ve kıyas yoluyla hüküm çıkarmada kullandıkları usul ve metodların bilinmesi. (sf:137)
6. Hükümlerin amaçlarını bilmek. (...)  Bunu bilirse kişi, dinin amaçları dışına çıkmadan hüküm verebilir. Fakat bunu bilmeyenler içtihata kalkışırlarsa, o anlık mantıklarına dayanarak, dinin amaçlarına ters düşen kararlara varabilirler. (sf:138)
7. Doğru bir anlayışa ve takdir gücüne sahip olmak lazımdır. Böyle bir şart, yukarıdaki şartları kavramak için bir vasıtadır. Böyle bir şarta sahip olan müçtehit,tutarlı ve doğru fikirleri, düşünceleri, sahtelerinden,lüzumsuzlarından ayıracak imkana sahip demektir. (sf:139)
8. Çok iyi niyetli, art düşüncesiz, samimi bir itikat sahibi olmak.
Art niyetsiz hâlis bir niyet taşımak, kalbi,gönlü ve kafayı aydınlatır. Doğru düşünmeye ve müspet sonuçlar almaya en büyük yardımcıdır ihlâs. (...)
İhlâs öyle bir duygudur ki, gerçeği nerede bulursa bulsun hiç bir kibir göstermeden aldırır insana. (...) İhlâs gerçeği aramanın tek anahtarıdır. (sf:141)

İçtihatın Önem Sıraları ve Müçtehitlerin Seviye Farklılıkları
Müçtehitlerin kabiliyet ve bilgi derecelerine göre,  içtihat yedi seviyede mütalaa edilebilir. Demek müçtehitlerin seviyelerini de yediye ayırabiliriz. (...)
Bu yedi mertebeyi şöylece sıralayabiliriz:
1. İslam şeriatında müçtehit olanlar: Bunlar en üst dereceyi teşkil eden müstakil veya mutlak müçtehitlerdir. Nassların ruhuna paralel kıyaslar yapan, insanın önde gelen menfaatlerini iyi bilip,buna göre fetvalar veren, güçlü ve her türlü kuşkudan uzak delillere müracaat ederek hükümler beyan eden, nass bulunmadığı hallerde,akıl ve rey ile hareket ederek hükümler çıkaran bu sınıfa dahil müçtehitlerdir. (sf:143)
(İçtihat kapılarının kapanması hakkında):
Hanbelilere göre,her türlü içtihat kapısı daima ve herkese açıktır.  Çünkü insanların idrakleri ve akılları birbirinden farklıdır, nesillerin yaşadıkları hayat şartları da birbirine benzemez. Madem ki insanın akıl ve idraki birbirinden farklıdır ve seviyeleri değişiktir,demek ki herkeste müçtehit olacak vasıflar da yoktur. Herkesin ilmî ve aklî seviyesi birbirinden ayrı ayrıdır. O halde hiç kimsenin de içtihat kapısını kapatmaya hakkı da bulunamaz. Böyle bir işi yapmaya kalkan kişi, sadece kendi içtihadının doğru olduğunu ileri sürmektedir ki, bu da hiçbir delile dayanmayan saçma bir iddiadan öteye geçemez. (sf:147)
2. Kendinden evvelki bir müçtehit imama uyanlar. Bunlar ikinci derece müçtehit sınıfına girerler. Bunlar  hüküm çıkarmada, birinci derecedeki müçtehitlerin koymuş olduğu usul ve metodlara uyarlar. Onlara sadece furû konularda muhalefet ederler. (sf:148)
3. Bir mezhebin içinde kalmak suretiyle içtihat edenler. Bunların içtihatları, sadece, imamın fikir beyan etmediği konularda içtihat etmektir.(...) Bunların her devirde mevcut olmaları lazımdır ki, bir imama bağlı olan gruplara, o imamın hükümlerini açıklasın ve hatırlatsın. (sf:149)
Bu derecede olan bilginlerin içtihatları iki şıktan biri içindedir.
a. Önceki müçtehit imamların benimsediği kuralları özetlemek, imamların yapmış oldukları kıyasların illetlerini meydana getiren hukuk kurallarını bir araya toplamak.
b. Hakkında, mezhep imamının bir hükmü olmayan konularda,imamın usulüne uygun bir biçimde hüküm çıkarmak. (sf 149,150)
4. Seçme hakkı olan müçtehitler. (...) Bazı görüşün dayandığı delilin çok kuvvetli oluşu veya içinde yaşanılan zamanın icaplarına uygulanması bakımından elverişli bulunuşu sebebiyle tercih etmişlerdir. (sf:150)
5. İstidlâl (çıkarsama) sahibi olan müçtehitler. Onlar sadece imamların görüşlerini ve dayandıkları delilleri göstermişlerdir. (sf:150)
6. Hafızlar sınıfı. Bunlar müçtehit sınıfına girmezler. Onlar mezheplere ait birçok hüküm ve rivayetleri ezberlerinde tutmuşlar ve ezberlediklerini kendinden sonrakilere nakletmişlerdir. (sf:151)
7. Taklit edenler, mukallitler.
İbn-i Abidin bu kategoriye girenleri şöyle tanımlamaktadır: " Onlar doğru veya yanlışı,güzel ve çirkini birbirinden ayıramazlar. Onlar gece karanlığında, odun toplayan bir oduncu gibi, ellerine ne geçmişse, bir araya getirmiş ve birbirine benzemez ölçüleri bir sanmışlardır. Bu taklitçileri taklit edelere yazıklar olmuştur. ( Risalet-i Resm el-Müftî)
İbn-i Abidin'in tarif ettiği bu mukallitler, son asırlarda ortalığı kaplar olmuşlardır. Bunlar, ellerine geçirdikleri kitaplarda yazılı olanlara hiçbir endazeye (ölçüye) müracaat etmeksizin olduğu gibi sarılmışlar ve bu kitaplardan aldıkları ölçülerin dayandığı delilleri araştırıp üzerinde bir an bile düşünmemişlerdir.  Kitaplarda gördükleri her fikri i, isterse makul hiçbir yanları bulunmasın, aynen bir ölçü olarak kabul etmişler ve insanlara bunların kabul edilmesi gerektiğini söylemişlerdir. Muhakeme yoktur bunlarda, devrinin meseleleri bunları asla ilgilendirmez. Kendilerinden yüzlerce yıl evvelki devrede, o devrin meseleleri üzerindeki fetvayı aynen alırlar ve uyar mı uymaz mı, faydalı mı faydasız mı, demeden aynen benimser ve benimsediklerini de cahil halka benimsetmeye kalkışır. Benimsemeyenleri de kâfir, zındık, cahil, bid'atçi, reformcu damgasıyla damgalar. Devrimizde bunlardan kurtulmak, İslam dininin yeniden insanlara klavuzluk yapma yolunu açmak demektir ve her samimi Müslüman, bunları, İslam dininde sahib-i selâhiyet olma vasfından dışarı atmak zorundadır. (sf:152)
İçtihat konusunu bitirmeden önce, en üst derecedeki içtihat kapısının hiçbir şekilde kapanmadığını ve kapanamayacağını bir kere daha vurgulamamız gerekmektedir. (...) Hiçbir insanın, Allah'ın insan idrakine açmış olduğu içtihat kapısını kapamaya hakkı yoktur. Bu kapının kapandığını söyleyenlerin hiçbir şer'î delilleri bulunmamaktadır. Ve kendisinin yaptığı işi başkalarına hangi hakka dayanarak yasaklamaktadırlar? Kapalıdır demek bir hükümdür ve içtihat konusudur.  Bunu söyleyen adam demek ki  içtihat yapmaktadır. (sf:153)
Fetva Verecek Kimsede Olması Gereken Vasıflar
Fetva vermek, herhangi bir meselenin hükmü sorulduğunda, o anda verilen bir cevaptır.
Yaşadığı şartları ve çevresinde olan insanları iyice tanıması lazımdır fetva verenin fetva soranın. Fetva veren, fetva soranın şartlarını iyi bilmezse, vereceği fetvanın zararlı mı yoksa faydalı mı olacağını bilemez. Şayet böyle yapmazsa bir Fetvacı, mümkündür ki, Allah'ın dinini alaya alanlardan olur. Allah'ın harâm ettiğini helâl, helâl ettiğini de harâm kılarak, bazı menfaatperestlerin aleti haline getirir İslam dinini. (sf:156)
Hiç şüphe yok ki, bir müftü, müçtehitlerin en kuvvetli içtihatlarını seçebilme kudretine sahipse, mezheplerin görüşleri arasında delil bakımından en güçlü gördüklerini tercih ederek, en faydalı fetvayı verebilir. Fakat bunu yaparken bir müftü şu üç şarta bağlı kalmalıdır:
1. Delili zayıf olan görüşü seçmemek.
2. Seçtiği görüşün insanların yararına olması.
3. Bir görüşü tercih edip söylerken asla art niyetli olmaması, iyi niyete dayanması. (sf:157,158)
İyi niyet sahibi olan ve mezheplerin görüşleri arasında bir tercih yapmak isteyen bir müftü aşağıdaki hususları göz önünde bulundurmalıdır.
1. Bir görüşü benimsemek için delillerini kuvvetli bulmalıdır.
2. Hakkında icmâ bulunan bir meseleyi bırakıp da, ihtilaflı bir meseleyi ele almamalıdır.
3. İnsanların şahsî ihtiraslarına uymamalı, genel menfaat ve nass hükmünde delillere bağlanmalıdır. Muteber olan genel menfaattir. Helâli harâmı ayıran çizgi, genelin menfaati ile ferdin menfaatidir. (sf:159)
Gerçek anlamda, hiç kimsenin hatırı için değil, sadece Allah'ın rızasını kazanmak için fetva veren bir kimse, Allah Resulü'nün ilim tahtında oturan bir kimsedir. Nasıl ki, Allah Resulü harâmı, helâli bildirir, müftü de öyle. O da insanlara Allah Resulü'nün bildirdiklerini nakleder. O, şeriatı halka açıklamak konusunda Allah Resulü'nün vekilidir. Nefsî arzuların arkasında koşmak huyunun zerresi bile onda yoktur. O atılganlık yapılmayacak yerde delilik etmez. Söz söylemenin şartı olmayan yerde susar. Hakkı ve gerçeği söylemek gerektiği yerde de onu böyle yapmaktan hiçbir şey alı koyamaz. Söylediği gerçekler kendisini hangi boyutta tehlikeye götürürse götürsün hesaba almaz. Çünkü o, sadece ve sadece Allah'tan korkar ve O'ndan yardım dilenir. Onun için de başkalarının kınaması veya tehdidini umursamaz. (sf:160)
--Düşün yayıncılık, mayıs 2011--

Hazırlayan: İhvanı Safa Mensubu

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder