3.1. Pisagorculara Göre Varlıkların/Mevcutların Aklî İlkeleri Hakkında
Mevcutları hakikatleri üzere öğrenmek için onların ilkeleri hakkında düşünmek isteyen kimsenin önce düşünülür konuların ilkeleri hakkındaki düşünceye dayalı olarak aklını eğitmek ve anlayışını güçlendirmek için duyulur konuların ilkeleri üzerinde düşünmesi gerekir. Çünkü duyulur konular, yeni başlayanların anlayışına daha yakın ve öğrenciler için daha kolaydır.
Ey duyular âlemini aydınlatıcı akıl ile aydınlatan
Sen bütünün başlatıcısısın, asırlar geçse de hâlâ varsın
Âlem zuhurundan önce de senin ilminde hep
Sağlam eser idi kalbin vehmindeki suret gibi
Sonra varlığa çıkardın görenin çıkarması gibi
Bütün olarak ve onları kudretli yaratıcı gibi yarattın
Ey kardeş, sura üflenmeden, “İhmal ettiklerimden dolayı yazıklar olsun bana” demeden ve Mele-i a’lâ’dan bir tellal “Dikkat, filan kişi mutlu oldu, falan kişi mutsuz oldu” diye seslenmeden önce gaflet ve cehalet uykusundan uyan! Amel defterleri sağından verilen ve dikensiz sedir ağaçları ve dizili muz ağaçları içinde bulunan mutlulardan olmak için çalış! Amel defterleri solundan verilen, şiddetli sıcak ve kaynar su içinde olan, ne soğuk ne cömert, çok sıcak gölge altında bulunan mutsuzlardan olmamak için çalış! Allah’ın sağlam ipine yapış, kovulmuş şeytandan uzak dur. Böylece Allah’ın nimet verdiği kimselerden olman, öfkeyi hak eden ve sapan kimselerden olmaman umulur. Ey nazik ve merhametli kardeş, Allah seni ve tüm kardeşlerimizi mantıklı olmaya muvaffak kılsın. O, kullara şefkatlidir.
3.2. İhvân-ı Safâ’ya Göre Aklî İlkeler Hakkında
Bil ki, övgüsü yüce olan Yaratıcı, birin bütün sayılardan önce olması gibi varlıkların ilkidir. Birin sayıların kaynağı olması gibi, Yaratıcı da varlıkların var edicisidir. İkinin sayıların ilki olması ve sayıların birden başlayarak sıralanması gibi akıl da Yüce Üstün Yaratıcı’nın var ettiği ve yarattığı ilk mevcuttur. Onun bir doğal, bir de kazanılmış olanı vardır; bu onun mevcutlar içindeki derecesini gösterir. Üçün ikiden sonra gelmesi gibi nefis de varlık sıralamasında akıldan sonra gelir. Onun türleri, mevcutlardaki derecesine delalet etmesi için bitkisel, hayvânî ve nâtık (konuşan) olmak üzere üç tanedir.
3.3. Filozofların “Âlem Büyük Bir İnsandır” Şeklindeki Görüşünün Manası Hakkında
Sonra ey kardeş bil ki, oluş ve bozuluş âlemine gelen her nefis, hapse giren herkesin mahpus olmadığı gibi, orada mahpus değildir. Bilakis hapse bazen esirleri kurtarmak isteyen kimsenin Rum ülkesine girmesi gibi, mahpusları oradan çıkarmak için girer. Nebevî nefisler, oluş ve bozuluş âlemine ancak maddeye batmış ve cismanî şehvetlerin esiri olmuş tabiat hapishanesindeki bu mahpus nefisleri kurtarmak için gelmişlerdir. Mahpusun hapse kendisini kurtarmak için giren kimseye tâbi olduğunda çıkması ve kurtulması gibi, şeriat, sünnet ve metotlarında peygamberlere uyan kimse de bir süre sonra da olsa kurtuluşa erer, cehennemden uzak olur, oluş ve bozuluş âleminden çıkar, kurtuluş ve necata kavuşur.
Ey kardeşim bil ki, hayvanlığı izleyen en düşük insanlık mertebesi, hissedilirlerden başka işleri bilmeyen, cismanî olanlar dışındaki hayırları tanımayan, bedenleri iyileştirmekten başka bir şey istemeyen, dünyadan başkasına rağbet göstermeyen, mümkün olmadığını bildikleri halde orada kalmaktan başka bir şeyi temenni etmeyen, hayvanlar gibi yeme ve içme dışında bir hazzı arzulamayan, domuzlar ve eşekler gibi cinsel ilişki ve evlilikten başka bir konuda yarışmayan, karınca gibi ihtiyaç duymadığı şeyleri toplayarak ve saksağan gibi kullanmadığı şeyleri saklayarak dünya hayatının yararı olan malları toplamaktan başka bir şeye tamah etmeyen ve leş üzerindeki köpekler gibi dünya kırıntısı için boğuşarak tavus gibi elbise boyamaktan başka süs bilmeyen kimselerin mertebesidir. Bedenleri insan şeklinde olsa da nefislerinin fiilleri hayvânî ve bitkisel nefislerin fiilleri gibidir.
3.4. Akıl ve Ma’kûl/Akledilir Hakkında
Ey kardeşim bilmiş ol ki, akıl, ortak bir isim olup iki anlamda kullanılır: Bunlardan biri filozofların, kendisini Aziz ve Celil olan Yaratıcı’nın yarattığı ilk varlık olarak gösterdikleri bir şey olup basit, ruhanî ve tüm eşyayı ruhanî bir şekilde kuşatan cevherdir. Diğer anlamı ise insanların çoğunluğunun, kendisini, fiili, tefekkür, düşünme (reviyye), konuşma, ayrıştırma, sanatlar vb olan insanî nefsin güçlerinden bir güç olarak gösterdikleri şeydir.
Ey kardeşim, bilmiş ol ki, “mevcûd” (bulunan/bilinen) sözcüğü “ve-cede” (buldu), “ye-ci-du” (buluyor), “vicdânen” (bulmak), “vâcidun” (bulan) ve “mevcûdun”dan (bulunan) türemiştir. Bulunan/bilinen (mevcûd), bulanı/bileni (vâcid) gerektirir; çünkü ikisi de isim tamlaması (muzaf) cinsindendir.
Ey kardeşim, bilmiş ol ki, insanın Aziz ve Celil olan Yaratıcı’yı bilmesi ve O’nu bulması, biri genel diğeri özel olan iki yoldan biriyle olur: Genel olanı, bütün yaratılmışların O’nun hüviyetine yönelik doğasındaki içgüdüsel bilgidir. Şöyle ki: âlim ve cahil, iyi ve kötü, mümin ve kâfir bütün insanların tamamı felaketler anında Allah’a sığınırlar, ondan yağmur isterler ve ona yalvarırlar; hatta hayvanlar bile kuraklık zamanlarında yağmur istemek için başlarını göğe doğru kaldırır. İşte onlardaki bu ilim, O’nun hüviyetine yönelik olan bilgilerine işaret eder. Özel bilgiye gelince bu, O’nun nitelikleriyle, soyutlanmasıyla (tecrîd), berî oluşuyla (tenzih) ve birliğiyle [bilinmesi] olup bu [bilgi], burhân yoluyladır ve nebîler, evliyalar, bilgeler, hayırlılar ve iyiler gibi insanların erdemlilerine özgüdür.
Dillerin konuşma ve ifadeleri, düşünme gücüyle konuşma gücü arasında ortaktır. Ezberlenmiş malumatların görüntülerini elde etmek, düşünme gücüyle hafıza gücü arasında ortaktır. Fakat düşünme gücünün kendisine özgü fiilleri ise düşünce (fikr), düşünme (reviyye), tasavvur, değerlendirme (i’tibâr), birleştirme (terkîb), çözümleme (tahlîl), derleme (cem’) ve kıyaslamadır. Ve [yine] onun ince görüş (firâset), kontrol etme (zecr), kehanette bulunma/ tahmin (tekehhün), içe ses doğması (havâtır), ilham, vahyi kabul etme ve rüyalarda gösterme [gibi fiilleri] de vardır. Bunların ayrıntıları ise şöyledir: Düşünceyle, gizli saklı olanı ilimlerle ortaya çıkarmak; düşünmeyle kuralların işletilmesi ve gücün kontrolünü sağlamak; tasavvurla eşyanın hakikatinin kavranması; değerlendirme ve ibret almayla daha önce geçmiş zamandaki işlerin bilgisi; birleştirmeyle bütün sanatların ortaya konması; çözümlemeyle basit cevherlerin ve ilkelerin bilgisi; derlemeyle türlerin ve çeşitlerin bilgisi; kıyaslamayla, gizli şeylerin zaman ve mekân ile kavranması; firasetle gizli işler gibi [varlıkların] tabiatlarda olan şeyin bilgisi; kontrolle, günlük işlerin bilgisi; kehanette bulunmayla, göksel nedenler aracılığıyla oluşanların bilgisi; rüyalarla, ikaz ve müjdelerin bilgisi; içe doğan sesler, ilham ve vahyi kabul etmeyle, kanunların konulmasının, ilahî kitapların tedvininin ve kendisine ancak fizik dünyanın kirlerinden arınmışların –ki bunlar ruhanî olan ehl-i beyttir– dokunabildiği saklı (meknûn) tevillerinin bilgisi [anlaşılır].
3.5. Devirler ve Küresel Dönüşler (Edvâr ve Ekvâr) Hakkında
Sonra bil ki, oluş ve bozuluş âleminde meydana gelen tüm olaylar (havâdis) feleklerin küresel hareketlerine (devir) tâbi olup –Yüce Allah’ın izni ile– yıldızlarının hareketinden, onların burçlardaki seyrinden, birbiri ile birleşme ve kavuşmasından (kırân ve ittisal) meydan gelir. Bu olayların bir kısmı tüm insanlar için açık ve nettir; bir kısmına ise kapalı ve gizli olup bunlar hakkında bilgi elde etmek için düşünüp taşınmaya ve değerlendirme yapıp ibret almaya ihtiyaç vardır.
Ey kardeş! Gaflet ve cehalet uykusundan uyan! Bil ve dikkat et ki, duyularınla hissettiğin ve, kendisi cehennem olan bu âleminin ötesinde başka bir âlem ve başka olgular daha vardır. Bunlar da, ruhlar âlemi, meleklerin, dairesel hareket sahibi olanların, bu âlemi korumakla görevli olan ruhanîlerin mekânı ve mertebeleridir. Allah seni, bizi ve tüm kardeşlerimizi doğruya ulaştırsın. O, kullarına karşı çok merhametlidir.
3.6. Aşkın Mahiyetine Dair
aşk, âlemde mevcut yüce bir olgu, varlık devam ettikçe asla yok olmayacak ve daima her şeyin tabiatının merkezinde yer alan bir kavram olarak kalacaktır. Ey kardeşim! Bilmiş ol ki, bilgelerden bazıları aşktan bahsedip onu kötülemişlerdir. Onlar, âşıkların kötü hâllerini ve aşkın sebeplerinin çirkinliklerini anlatıp aşkın bir rezillik olduğunu zannetmişlerdir. Bir kısım bilgeler ise diğerlerinin aksine aşkın şahsi bir fazilet olduğunu söyleyip aşkı övmüş ve âşıkların güzel hâllerini hatırlatarak aşkın sebeplerini methetmişlerdir. Bazı bilgeler de aşkın illetlerine ve sebeplerine hakkıyla vâkıf olamamış ve bunların ince anlamlarını kavrayamamışlardır. Onlar, aşkın insana arız olan bir hastalık olduğunu zannetmişlerdir. Başka bilgeler de aşkı boş gezen insanların işi sanmışlardır. And olsun ki, aşk, sevgilinin (maşûkun) derdinden, onu sıkça anmaktan, her işinde onu düşünmekten, ona yönelik gönül fırtınalarından, ona karşı delice aşkından ve ona ulaşma çabasından başka her şeyi âşığın kalbinden siler atar. Ancak gizli işler ve ince sırlardan haberi olmayan, yalnızca duygulara yansıyan ve duyulara görünen incelikleri bilmeyen insanların zannettiği gibi aşk tembel aylakların işi değildir.
Bilgelerden bazıları aşkın; varlıkların diğer çeşitlerini bırakıp bir çeşidine, diğer bütün şahısları bırakıp, çok anarak ve gereğinden fazla önem vererek bir şahsa yahut diğer şeyleri bırakıp yalnız tek bir şeye aşırı meyil ve istek gösterme olduğunu iddia etmişlerdir. Aşk sadece bu hâl olsaydı insanlardan âşık olmayan kalmazdı. Çünkü diğer şeylere rağmen bir şeye aşırı meyli ve sevgisi olmayan hiçbir insan yoktur. Tabiplerin çoğu bu hâle kara sevda (malihulya) adını verirler.
Bilgelerin (hakîm) bazıları ise “Aşk, ceset bakımından birbirine benzeyen tabiata yani kendi türüne benzeyen surete doğru nefiste baskın hale gelmiş/güçlü bir istektir” demişlerdir. Bazılarına göre ise aşk, şiddetli birleşme arzusudur.
Ey kardeşim! Bil ki, bilge ve filozofların söylediği gibi madem insan bedeninde (cesede bürünmüş) üç çeşit nefis vardır, öyleyse sevilenler (maşûk) de üç çeşittir. Birincisi, bitkisel (nebatî) nefis olup bunun aşkı yiyecek, içecek ve üreme arzusu gibi şeylerdir. İkincisi, hayvansal nefis olup bunun aşkı öfke, düşmanına ve etrafına galip gelme hevesi, baş olma sevdası gibi şeylerdir. Üçüncü ve en yücesi, insana özel olan nefs-i nâtıka, yani düşünen nefistir. Bunun aşkı ise marifet ve fazilet kazanma sevgisidir.
doğumu esnasında Ay veya Zühre ve Zuhal’in etkilediği insanın karakterinde şehvânî nefs’in yiyecek ve içeceklerle bunları toplama, biriktirme ve saklamaya yönelik kuvveti ağır basar. Eğer insan doğumu esnasında Merih ve Zühre ya da Ay’ın etkisinde kalırsa karakterinde cinsel birleşme ve cinsel eylemlere yönelik şehvet egemen olur. Güneş ve Merih’in hâkim olduğu dönemde doğan insanın karakterinde ezme, egemenlik kurma ve başkan olma arzusuna yönelik kızgın nefsin (nefs-i gazabiyye) şehveti galip olur. Güneş Merkür (Utarid) ve Jüpiter (Müşterî)’in etkili olduğu dönemde dünyaya gelen kişinin karakterindebilgi ve kültüre, erdemleri elde etmeye ve adaletli olmaya yönelik olan düşünen nefsin(nefs-i natıka) şehvetleri baskın olur.
“Aşk şiddetli bir birleşme özlemi ve arzusudur” şeklindeki sözünün açıklamasına dönelim. Bize göre birleşme rûhânî durumlara ve nefsânî hâllere ait bir özelliktir. Çünkü cismânî durumlarda birleşme mümkün olmaz. Cismânî durumlar için sadece yan yana gelme, karışma ve birbirine temas etme söz konusu olabilir. Birleşmeye gelince, bu bölümlerde açıklayacağımız üzere nefsânî durumlar içinde gerçekleşebilir. Ey kardeşim! Bil ki, aşkın başlangıcı ve temeli bir bakış yahut diğerlerini bırakıp yalnız bir şahsa yönelmektir. Böylece aşk, sanki toprağa atılan bir tane, henüz yeni dikilmiş bir fidan yahut rahime yeni düşmüş taze embriyo gibi bir şey olur. Bundan sonra gerçekleşen sevgiliye bakışlar ve onunla geçen zamanların hepsi bu yeni dikilmiş aşk fidanını sulamak mesabesindedir. Günler geçtikçe aşk, bir ağaç yahut cenin oluncaya kadar gelişir ve büyür. Bu esnada âşığın bütün maksadı ve gayreti sevgilisine yaklaşmaya çalışmaktır. Eğer bunu başarırsa o zaman sevgilisiyle yalnız kalmayı ve onunla sohbet etmeyi temenni eder. Ancak bütün bu hâllerin hiçbiri onun sevgilisine duyduğu şevki ve arzuyu azaltmaz, aksine artırır ve yoğunlaştırır.
Sonra bil ki, hayatın ruhu nemli bir buhardır. Bu buhar rutubetten ve kandan çıkar, bütün bedende doğar ve gelişir, bedenin ve vücudun canlılığı bundan kaynaklanır. Bu ruhun maddesi kalpteki yapısal harâreti rahatlatmak için sürekli olarak teneffüs ile içe çekilen havadan kaynaklanır. Âşık ile maşûk kucaklaştıklarında, öpüştüklerinde birbirlerinin ağızlarının suyunu emip yuttuklarında bu sıvılar midelerine girerek burada mevcut olan rutubetlerle karışır ve bu karışım oradan karaciğerin özüne ulaşır, burada kanın unsurlarıyla karışır, damarlar aracılığıyla bedenin bütün uç noktalarına kadar yayılır, bedenin bütün parçalarıyla karışarak ete, kana, yağa, damara, sinire ve bunlara benzer diğer bedensel unsurlara dönüşür.
“Yaratılışta aşk olmasaydı bütün bu faziletler gizli kalır, ortaya çıkamaz ve bu rezaletler de anlaşılamazdı.” Söylediğimiz bu şeylerden açıkça anlaşılmaktadır ki, sevgi ve aşk varlığın tabiatında ortaya çıkan bir fazilet, büyük bir hikmet, ilginç bir ruhsal özelliktir. Yüce Allah’ın yarattıklarının içine onu yerleştirmesi onlara bir ihsanı ve onların yararına olan şeylerdeki desteğidir. Onlara kendini tanıtıcı bir rehberlik ve emirlerini daha çok yerine getirmeğe bir teşviktir.
Düşünen nefisler ilim ve marifetlerden lezzet alırlar. Çünkü bilgilerin suretleri onların tamamlayıcıları ve onların faziletlerini olgunlaştırıcıdır. Onların şanı yüce olan Yaratıcıları nezdindeki en yüksek amaç ve hedeflerine ulaştırıcıdır. Bu hususta Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Muktedir bir hükümdarın katında doğruluk meclisindedirler.” (54\55) Sonra bil ki, bu hâller şehvetli (şehvânî) ve kızgın (gazabî) nefse uygun değildir. Fakat gaflet ve cehalet uykusundan uyanır, basiret gözü açılır, kendi âlemini müşahede eder, kendinin başlangıç (mebde) ve sonunu (meâd) anlar, Rabbine özlem duyar, âşığın sevgilisine duyduğu türden bir iştiyak ve coşkuyla Yaratıcısına yönelirse bütün bu hâller düşünen nefse yaraşır. Yüce Allah şu âyetiyle bu duruma işaret etmiştir: “…Müminlerin Allah’a olan sevgisi daha güçlü bir sevgidir…” (2\165) Yani O’nun dışındaki her sevgiliden daha büyük bir sevgiyle severler. Sonra bil ki, her nefis bir şeyi sevdiğinde ona özlem ve iştiyak duyar, onu ister, her neredeyse ona yönelir ve gözü onun dışında hiçbir şeyi görmez, ondan başkasına ilgi göstermez.
Sonra bil ki, her kim bir şeyi severse onu özler ve onun için deli divâne olur. Ancak her ne zaman ona ulaşır, ondan sevdiği şeyleri alır, ihtiyaç duyduğu şekilde ondan istifade eder ve ona kavuşmanın lezzetine doyarsa bir gün mutlaka ondan ayrılır, usanır veya ona karşı tutumu değişir. Var olan tatlılık gider, sevimlilik ve güler yüz kaybolur, özlem ve coşkunun ateşi söner. Sadece Allah’ı seven müminler ve O’na özlem duyan sâlih kulları bu hâlden müstesnadır. Zira onlar ebediyete kadar her gün sevdiklerine yakınlaşırlar. Bu yakınlık sonsuza kadar artarak devam eder. Yüce Allah şu âyette kendisinden başkasını sevenlere şöyle işaret etmektedir: “İnkâr edenlere gelince; onların amelleri ıssız bir çöldeki serap gibidir. Susamış kimse onu su sanır. Yanına geldiğinde hiçbir şey bulamaz. (Tıpkı bunun gibi kâfir de hesap günü amellerinden bir şey bulamaz)…” (24\39)
Hz. Musa (a.s.)’dan şu haber rivayet edilmiştir. O Rabbine seslenerek: “Rabbim! Seni nerede bulabilirim?” dedi. Yüce Allah cevap olarak “Kalpleri Benim için kırık olanların yanında” buyurdu.
Sonra bil ki, aşkın nefislerin yapısındaki varlığı, nefsin bedenleri ve onlara ait güzellikleri çekici bulması, cezbedici sevgilere duyduğu özlemin en üst amacı onları gaflet uykusu ve cehalet mahmurluğundan uyandırmaktır. Dahası onu terbiye etmek, üst makamlara çıkarmak, duyulara ait cismânî işlerden akla ait manevi olanlara ve cisim rütbesinden ruhsal güzelliklere yükseltmektir.
Nefis daha önce kendi dışında aradığı şeyi kendi cevherinde bulur. Bu durumda âşık gerçekte sevdiği ve âşık olduğu şeyin “sevgilim” dediği şahsın üzerinde gördüğü resim ve suretlerden ibaret olduğunun farkına varır, anlar. Oysa bugün onları nefsine nakşedilmiş, cevherine işlenmiş, zâtına resmedilmiş olarak değişmeden bâkî olduğunu görür. Akıllı ve anlayışlı kişi bu anlattıklarımızı düşündüğü zaman gaflet uykusundan ve cehalet mahmurluğundan uyanır, kendine gelir, kendi cevherini kazanır, başkalarına muhtaç olmaktan kurtulur. Onun hâli âşığın şu şiirinde anlattığı duruma benzer:
Daha önce ben bir yere alışıktım.
İnkâr edilemez bir yürek yangını
içimi dostlara özlemle dolduruyordu.
Şimdi ise gittiğim yerden bir çıkışım yok.
Zira kölelerin efendilerden kurtuluşu yoktur.
Bu durumda onun ruhu yorgunluklardan, sıkıntılardan ve başkalarıyla beraber olmanın acılarından kurtulur. Şairlerin şiirlerinde dile getirdikleri ve hâllerinden şikâyet ettikleri gibi cisimlere âşık olan ve bedenleri sevenlerin maruz kaldığı hastalıklardan nefis şifa bulur. Bazı şairler şöyle demiştir:
Aşkı çok lezzetli bulsa bile
dünyada âşıktan daha zavallı kimse yoktur.
Her zaman onu ağlarken görürsün.
Zira ya ayrılıktan korkar
ya da özlem yüreğini yakar.
Uzakta olursa ona hasretinden
Yanında olursa ayrılık korkusundan ağlar.
Şüphesiz Allah ilk maşûktur. Felek sadece O’na duyduğu özlemden dolayı, en tama hâller, en mükemmel gayeler, en üstün sonlar üzere sürüp gidecek olan devamlılık ve beka sevgisiyle döner.
Sonra bil ki, bu nurların ve güzelliklerin başından sonuna kadar yayılmasının/ sirayetinin örneği, dolunaylı bir gecedeki ışık ve aydınlığın ayın cevherinin cisminden çıkarak havada, güneşten doğarak ayın cisminin üzerinde, tümel (küllî) nefsin aydınlatmasından doğarak güneşin ve diğer yıldızların tümünün üzerinde, tümel akıldan doğarak nefsi küllî üzerinde ve Yaratıcı’nın feyzi ve aydınlatmasından doğarak aklı küllî üzerinde yayılmasıdır. Nitekim Yüce Allah “Allah göklerin ve yerin nurudur” (24\35) buyurmuştur.
Belirttiğimiz bu hususlar ile Allah’ın ilk sevgili (maşûk) olduğu, bütün varlıkların ona özlem duyup yöneldiği ve her işin ona döndüğü açıkça ortaya çıkmıştır. Zira bütün varlıklar; varlıklarını, içinde bulundukları durumu, varlıklarını sürdürmelerini ve en iyi hâle gelmesini O’na borçludurlar. Çünkü mutlak varlık O’dur. Sonsuza kadar var olma (bekâ) ve ebedîlik de tamlık, mükemmellik ve eksiksizlik de O’na aittir. Yüce Allah zalimlerin ve cahillerin söylediklerinden çok yücedir. Ey kardeşim! Allah dost (veli) ve seçkin kullarına vaat ettiği gibi seni ona ulaştırsın ve nurunu tamamlasın! Nitekim Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Kıyamet gününde, erkek ve kadın tüm müminlerin nurları önlerinden ve sağlarından gider, işte o inananlar diyecekler ki: “Ey Rabbimiz! Nurumuzu tastamam yap, bağışla bizi. Şüphesiz sen her şeye kadirsin.»” (66\8) Allah seni, bizleri ve bütün değerli kardeşlerimizi sapasağlam yolda yürümeğe muvaffak kılsın, seni, bizleri ve bütün değerli kardeşlerimizi doğruluk ve olgunluk yoluna iletsin. Şüphesiz ki o, kullarına karşı çok şefkatli ve merhametlidir.
3.7. Öldükten Sonra Diriliş ve Kıyâmete Dair
Allah seni ve bizi katından bir ruhla desteklesin! Bilmiş ol ki, ilimler çoktur ve hepsi de üstün ve değerlidir. Onların bilinmesi insana üstün güç (izzet) verir, tahsil edilmeleri ise insanı felaketten kurtarır. Onları elde etmek nefisler için hayat ve kalpler için rahatlık verir. Onları öğrenmek doğru yola ve rehberliğe ulaştırıp cehâlet karanlıklarından kurtarır, hem dinin ve hem de dünyanın yararına olur. Ancak ilimlerin bir kısmı diğerinden daha üstündür. Onları öğrenenler arasında da üstünlük farkı vardır. Buna göre bilginlerin en üstünü din ve tasavvuf (vera’) konusunda bilgi sahibi olanlardır. Zira bunlar, ahiret konusunda taklit ve rivayete değil kesin bilgi ve basîrete sahiptirler.
Buna göre, nefsini tanımayan, zâtını, nefis ve ceset arasında ne fark olduğunu bilmeyen her insan, sonunun nereye varacağını ve ahiretin gerçek mahiyetini unutarak, gayretini, cesedin durumunu düzeltmeye ve bedenin, yaşama zevki, dünya nimetlerinden yararlanma ve dünyada ebedi kalma gibi faydalarını sağlamaya yöneltecektir! İnsan, nefsini ve onun cevherinin gerçek mahiyetini tanıdığı zaman genelde onun gayreti, nefsinin durumuyla, düşüncesi de durumunu düzeltmeyle, öldükten sonra durumunun nasıl olacağıyla, varacağı son durumu kesin olarak bilmeyle, dünyadan ahirete doğru yapacağı yolculuğa hazırlanmayla, ahiret için azık edinmeyle, hayırlı işlere koşmayla, tövbeyle, şerden, çirkin şeylerden ve günahlardan kaçınmayla alakalı olur. Bunu yaptığı zaman, ölüm korkusu ondan gider ve çoğu kere Allah’a kavuşmayı temenni eder. Allah’a kavuşmayı temenni etmek, Allah dostlarının ve O’nun sâlih kullarının niteliğidir. Nitekim Yüce Allah, insanları dışlayarak sadece kendilerinin Allah’ın dostları olduklarını iddia eden Yahudileri azarlarken Kur’ân-ı Kerim’de Peygamber’i Hz. Muhammed’in diliyle Allah’a kavuşmayı temenni etme meselesini zikretmiş ve “Eğer söylediğiniz doğru ise haydi ölümü temenni edin bakayım” (62\6) diyerek onlara işaret etmiştir. Yani, ey Yahudiler! İnsanları dışlayarak sadece kendinizin Allah’ın dostları olduğunu iddia ediyorsunuz, halbuki Allah’ın dostları, O’nun kendilerine vaat ettiği şeyleri ve onlar için hazırladığı esenliği ve hoş geldin karşılamasını hatırladıkları zaman (bunlara bir an önce kavuşmak için) ölümü temenni ederler, şayet siz de Allah’ın dostları iseniz ölümü temenni edin.
Ey kardeşim, bilmiş ol ki, “kıyâmet” kelimesinin anlamı Arapça “kâme/yekûmu/kıyâmen” (ayağa kalkmak) kelimesinden türemiştir. Kelimenin sonunda bulunan “hâ” harfi mübalağa (abartılı anlatım) içindir. Kıyâmet kelimesi, nefsin düştüğü beladan ayağa kalkması anlamına gelmektedir. Öldükten sonra diriliş, nefsin gaflet uykusundan ve cehâlet uyuklamasından uyanması canlanıp/silkinip tam anlamıyla doğrularak kendine gelmesidir. Farsça ifadesiyle, tam anlamıyla doğrulmasıdır.
Ey kardeşim! Ahiretin gerçek durumunu bilmek dünyayı bilmeye bağlıdır. Çünkü bu ikisi birbirine muzâf (bağlı) cinslerdir. Muzaf cinslerin özelliklerinden biri, birinin bilinmesiyle diğerinin bilinmesidir. “Dünya” kelimesi isim olarak başka bir ismi gösterir. Dünya, “yakınlık” anlamına gelen “dünüvv” kökünden, ahiret ise “gecikme” anlamına gelen “teehhur”dan türemiştir.
Allah’ın kâfirlerin cesetlerini yeniden diriltmeyi vaat etmesinin sebebi, yalanlamalarını onlara kanıtlayıp (inananlarla) hem fikir olmalarını sağlamak ve kötü eylemlerinden dolayı onları cezalandırmak içindir. İnananlara nefislerine can vermeyi ve ruhlarını yeniden diriltmeyi vaat etmesinin sebebi ise, iyi işlerinden dolayı onları ödüllendirmek ve eylemlerinden dolayı kendilerine sevap vermektir. Ey kardeşim, cesetlerin yeniden dirilmesini bekleyenlerden ve bedenlerin kabirlerden çıkarılmasını/açılmasını düşünenlerden olma. Çünkü bu kesin olmayan düşünceye kapılırsan bu senin hakkında büyük bir zulüm olur. Fakat imkânın varsa/dengeli düşünebiliyorsan nefislerin yeniden dirileceğini bekleyenlerden ve onların canlılıklarını devam ettirip rûhânî âlemlerine ve canlı olan yerleşme yurtlarına ulaşacaklarını, nebîler, sıddikler, şehitler ve sâlihlerle beraber ebedi olarak nimetler diyarında kalacaklarını düşünenlerden ol. Bunlar ne güzel arkadaştırlar.
Ruhların cesetle beraber olmasının bir sebebi de, nefisleri gaflet ve cehâlet uykusundan uyandırmak, maarif ruhuyla diriltmek ve onlar için basîret gözünün açılmasıdır. Basiret gözü açılmalıdır ki, nefis rûhânî âlemine baksın, hayvânî diyarını seyretsin, gurbet âleminde, sınav ve mihnet yerinde olduğunu, madde denizinde boğulduğunu, tabiatın esaretine tutulduğunu anlasın. Ki, orada kalpleri de saran tutuşturulmuş en derin cehennem (hâviye)’e ait şehvetlerden kaynaklanan ateş yanmaktadır. Böylece biz dünyada nimetlerden yararlananlar şeklinde görülmekle birlikte aslında azap görenler, tercih hakkı varmış gibi gözükmekle birlikte baskı altında kalanlar, imrenilenler şeklinde gözüksek de aldanmışlar ve aşağılanmış köleler şeklinde olsak da değerli özgür kimseler haline geldik. Bizim üzerimizde beş kral/yönetici baskıya dayalı otorite kurdu. Bunlar bizi en kötü işkenceye sürüklüyor ve istesek de istemesek de hükümlerini bizim üzerimizde uyguluyorlar. Ölünceye kadar onların hükümlerinden kurtulmaya, saltanatlarını defetmeye ve zulümlerinden yakamızı kurtarmaya çaremiz yoktur.
bunlardan birincisi, boşluğunda hapsolunduğumuz dönen felek (galaksi), gece ve gündüz durmadan üzerimizde dönüp dolaşan yıldızları. Bunlar bazen bize gece ve onun karanlığını, bazen gündüz ve onun sıcağını, bazen yaz ve onun kavurucu sıcağını, bazen kış ve onun dondurucu soğuğunu, şiddetli savurucu rüzgarlarını, bazen bulutları ve onların yağmurlarını, bazen şimşekleri, yıldırımları ve onların çarpışlarını, bazen kuraklık, pahalılık ve toplu ölümleri, bazen savaş ve fitneleri (kargaşaları) ve bazen de üzüntü ve tasaları getirir. Bunlardan kurtulmanın yolu ancak, ölünceye kadar ciddiyetle gayret göstermek, belaya uğramak, kederlenmek, zorluğa katlanmak, korku ve ümittir.
Bir diğeri ise, bu tabiat ve onun aslında bulunan açlığın harareti, susuzluğun yakıcılığı, şehvetin azgınlığı ve yakıcılığı, ızdıraplar, hastalıklar, dertler ve ihtiyaçların çokluğudur.
Üçüncüsü, bu ilâhî kanun (nâmûs), onun hükümleri, çizdiği sınırları, emirleri, yasakları, tehditleri, engellemeleri ve azarlamalarıdır. Şayet onun hükümlerinin dışına çıkarsak boynumuz vurulur. İlâhî kanunun çizdiği sınırlardan kaçarsak yaşama lezzetini ve birlikteki (vahdet) varlığı bulamayız.
Dördüncüsü, bu, üzerimizde baskı otoritesi kuran, zâlim sultandır.
Beşincisi, bu vücut şeklinin ayakta durması için şiddetle ihtiyaç duyduğu yeme, içme, elbise, ev, binek, mobilya, dünya hayatını devam ettirmek için zorunlu olan şeyler, elde etmek için gece gündüz sıkıntıya girip gayret gösterdiğimiz yorucu sanat ve ticâretlere ait eğitim, bitkin düşüren kazanç yolları olan çiftçilik ve ziraatçilik, alışveriş vs.
3.8. Hareketlerin Cinslerinin Niceliği Hakkında
Hareket ettirme (tahrîk) nefsin bir fiilidir, hareket de nefsin cisme yerleştirdiği bir suret olup onunla cisim hareketli olmuştur. Durağanlaştırma (teskîn) da nefsin fiillerinden biri olup, nefs bazen cismi hareket ettirir bazen de onu durağanlaştırır.
Cisimsel hareket altı çeşit olup bunlar; oluş ve bozuluş (kevn-fesâd), artma ve eksilme (ziyade-noksân), değişim ve yer değiştirmedir.
Deriz ki: Âlemin yapılmış olmayıp kadîm/ezelî olduğuna inanan veya böyle zanneden kişinin nefsi, gaflet uykusuyla uykudadır ve cehalet ölümüyle ölmektedir. Zira o, âlemin yapılışının ve oluşumunun nasıllığını aklına getirmemekte, kalbini ve düşüncesini [bununla] meşgul etmemektedir.
3.9. Nedenler ve Nedenlilere Dair
Yüce Yaratıcı’nın en özel vasıflarından biri, O’nun varlıktan başka olmasıdır. Zirâ o, varlıkların aslı ve sebebi (illet)’dir. Nitekim bir sayısı da, sayıların aslı, ilkesi ve kaynağıdır. Şayet Yüce Yaratıcı’nın (bir) zıddı olmuş olsaydı o “yokluk” (‘adem) olurdu. Fakat yokluk bir şey değildir. Oysa Yüce Yaratıcı, eşya ile bir karışım ve kaynaşma (imtizâc) içine girmeksizin, her şeydedir ve her şeyle beraberdir.
Allah’ın ilminde eşyanın bilgisi, daha önce açıkladığımız gibi, sayıların “bir” sayısında bulunduğu gibi bulunur. Çünkü yapılan şeylerin sureti, onları yapan sanatkârların nefislerinde, hocaların yaptıklarını araştırıp, tefekkür edip, düşünüp yorumladıktan sonra meydan gelir. Onların hocalarının nefislerinde bulunup da yaratıp icat ettikleri sanatlar, onların nefislerinde, tabiî yapıtları araştırıp düşünüp ve tefekkür ettikten sonra ortaya çıkar. Yapıtları (masnû’ât) araştırıp düşünüp ve tefekkür ettikten sonra akledenlerin nefislerinde hâsıl olan akledilir şeylerin suretinin hükmü de böyledir. Oysa Yüce Allah’ın ilminin hükmü böyle değildir. Aksine sayılar “bir” sayısının zâtından (aslından) olduğu gibi, O’nun ilmi de kendi zâtındandır. Zira örneğin, örnek verilene, azında değil çoğu manâsında uygun olması gerekir. Yüce Yaratıcı’nın sayılarla ortaya çıkmış olan şeylere nisbetinde “bir” sayısı ile örnek/misal olması, Yüce Yaratıcı’ya başka örneklerden daha çok uygun düşer.
Şüphesiz bu şeyler konusunda kendi zâtını akleden her kişi bilir ki insan öncelikle kendi nefisini bilmek daha sonra da başkasını bilmekle işe başlamalı. Sonra bil ki, insanın kendi nefisini ancak araştırma ve incelemeyle bilmesi mümkün olur. Bu araştırma ve inceleme de üç açıdan olur: Birincisi, nefisten soyutlanmış olarak yalnızca cesedin araştırılıp incelenmesidir. İkincisi, cesetten soyutlanmış olarak yalnızca nefsin durumunun ve cevherinin araştırılıp incelenmesidir. Üçüncüsü ise, nefis ve cesedin topluca bir arada araştırılıp incelenmesidir.
Sonra bil ki, eşyanın hakikatlerini bilmek isteyen bir kişinin öncelikle varlıkların illetlerini ve yaratılmışların sebeplerini araştırması, üzüntü, keder ve dünyevî işlerden boş olan bir kalbe sahip olması, kötü huylardan arınmış ve temizlenmiş bir nefsinin ve yanlış inançlardan kurtulmuş bir gönlünün olması, herhangi bir mezhebin lehinde veya aleyhinde taassup içinde olmaması gerekir. Çünkü asabiyet/ taassup ölçüsüz arzu/hevâdır, hevâ da akıl gözünü kör eder, hakikatlerin anlaşılmasını engeller ve nefsin basiretini, eşyayı hakikatleriyle tasavvur etmemesi için kör eder. Böylece bu kişi, nefsini hevâdan alıkoyar ve doğru yola yönelir.
3.10. Tanımlar ve Resimlere Dair
Cennet, ruhlar âlemidir. Cehennem, cisimler âlemidir. Cennet aynı zamanda en yüksek mertebedir. Cehennem de en düşük mertebedir. Bu yüzden bitkisel nefsin cenneti, hayvansal surettir. Hayvansal nefsin cenneti, insansal surettir. İnsansal surete ait nefsin cenneti, meleklerin suretidir.
Sonra bil ki ey kardeş! Sen, rahimde sperm (nutfe) olarak yaratıldığından beri Rabbine yönelensin ve nefsinle (öz) ona bağlısın. Her gün O’nun düzenlediği bir halden başka bir hale daha tam, daha mükemmel, daha şerefli olarak geçmektesin. Düşük olan bir mertebeden daha üstün ve şerefli başka bir mertebeye, daha yüksek bir menzile, Rabbinle karşılaşacağın ve O’nu müşahede edeceğin bir yere yükselmektesin. (Rabbin) hesabını tamamlasın (hakkını tam olarak versin), ondan geriye senin nefsine kalan sevinç ve eğlence olsun. Bu sevinç, peygamberlerle, (Allah’a verdiği) söze sâdık kalanlarla (sıdık), şehitlerle, sâlihlerle –ki, bunlar ne güzel dostlardır– beraber sonsuza kadar, ezelden ebede kadar devam etsin. Allah seni, bizleri ve bütün kardeşlerimizi doğruya ulaşma konusunda başarılı kılsın. Allah sana, bizlere ve tüm kardeşlerimize doğru düşünme/ akıl yolunu (sebîlü’r-reşâd) göstersin, zira O, kullarına çok merhamet edendir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder