15 Aralık 2013 Pazar

Doğu ve Batı Arasında İslam \ Aliya İzzetbegoviç

Doğu ve Batı Arasında İslam - Aliyaİzzetbegoviç

1. Bölüm: Tekâmül ve Yaratma
 
…Bu (materyalist) anlayışa göre, insan tabiatın kucağında büyüyen, ondan ayrılamayan ve ona ait olan bir varlıktır.
…Materyalistlere göre insan “mükemmel hayvan”dır. “Homo machine”, “biyolojik makine”. İnsan ile hayvan arasında kalite değil, sadece derece farkı vardır. Sırf insana ait bir öz yoktur.
…Bu suretle, kendi gerçeğinden soyutlanmış ve sadece biyolojik bir gerçek olarak gösterilen insanı, Darwin ele alıyor. Darwin, konuşan, dik yürüyen ve alet yapan bu mahlûkun, tabii ayıklanma ve hayatta kalma mücadelesinin neticesi olarak, yakın hayvan atalarından geliştiğini gayet mantıki bir tarzda gösterecektir. Bu sürecin tasvirini, biyolojik canlı dünyanın tüm şekillerinin ilk şekillere; bunların ise, nihai çizgide, fizik-kimyaya, diğer tabirle moleküler güçlerin oyununa irca edildiğini göstermek suretiyle tamamlayacaktır. Hayat, şuur ve insan ruhu gerçek olarak mevcut değildir. Bunların sadece bu niteliksiz güçlerin karşılıklı eyleminin bilhassa karışık görünümüdür. Orijinal ve “ayrıntılanamayan” bir insani cevher aslında yoktur.
…Yunan trajedileri, Dante’nin Cennet ve Cehennem vizyonları, zencilerin ruhani şarkıları, Shakespeare’in dramları, Faust’un “Cennette Prolog”u, Melanezyamaskleri, eski Japon freskleri yahut bazı çağdaş ressamların eserlerinin – bu örnekleri bir sıraya riayet etmeden ortaya koyuyorum, çünkü bütün sanat bu bakımdan aynı tarzda tanıklık yapmaktadır- Darwinci insanla hiçbir alakası yoktur ve bunlar insanın kendisi veya çevresi hakkında edindiği bir intiba olarak da tasavvur edilemez. “Kurtuluş dini” mefhumunun arkasında ne türde bir dünya telakkisi gizlenmektedir? Dramatik mahiyetli olan bu isim ne mana taşıyor?
Canlı varlık ile tabiat arasındaki bir madde değişimine irca edilen mevcudiyet için dramın ne manası olabilir? Dante’nin Cehennem konuları üzerinde Ernest Neistwestni’nin yaptığı resimlerin esasında ne tür tasavvur ve tahminler yatmaktadır? Tüm canlılardaki evrensel korku hissi nereden geliyor, eğer hayat ve insan “tabiat ana”nın kucağında olmuşlarsa? Bu sorular bize ilmin çizdiği dünya resminin tamamlanmamış ve yetersiz olduğunu gösteriyor. İlim zaten dünyanın hakiki resmini değil hakikate çok uyan fotosunu veriyor. Fakat bu fotoda hakikatin bir boyutu eksiktir.
…İlim tarafından dış dünyanın bir parçası ve mahsulü gibi görülen insanı, sanat, tabiattan farklı ve onun içinde yabancı olarak algılar. En otantik kısmıyla sanat, bu yabancılığın tarihini teşkil etmektedir.
…Materyalistler dikkatleri her zaman eşyanın dış manzarasına celbedip, ilmin noktai nazarlarının insan ruhunu inkâr etmeğe bir şekilde vazedeceklerdir.
Binaenaleyh el sırf çalışma için bir organ olmayıp, aynı zamanda onun ürünüdür. Yalnız çalışmakla, yeni yeni işlere alışmakla, kaslarla liflerin ve daha uzun safhalarda kemiklerin de bu şekilde fevkalade eğitilmesi sonucu irsi duruma gelen bu kabiliyetin, yeni yeni ve daha karışık olan işlerdeki durmadan tatbikatları ile insan eli, Rafaael’in resimleri, Thorwaldsen’in heykelleri ve Paganini’nin müziğini becerebildiği o mükemmeliyet derecesine ulaşmıştır (Engels, İnsanın Gelişmesinde Çalışmanın Rolü).
Engels’in bahsettiği şey insani (manevi) gelişmenin değil, biyolojik gelişmenin devamıdır; resim yapma ise, teknik bir süreç olmayıp, manevi bir fiildir. Rafael’in resimlerini eli değil, ruhu yaratmıştır. Beethoven en kıymetli eserlerini tamamen sağır olduğu bir zamanda vermiştir…
…İnsan biyolojiye irca edilemez. Tıpkı sanat eseri bir resmin, yapılışında kullanılmış muayyen miktarda boyaya veya bir şarkı metninin söze irca edilemeyişi gibi…
…İnsan, tüm ilimlerin onun hakkında söylediklerinden daha fazladır…

 

…İnsan ancak dünyanın umumi seyrine, asıl mahiyeti hiçlik ve gayri-mevcudiyet olan mekanizmaya karşı koyduğu ölçüde mevcut oluyor.
…Hayvan ancak aç olduğu veya bir tehditle karşı karşıya bulunduğu zaman; insan ise, tok ve güçlü olduğu zaman tehlikelidir. Mahrumiyet yüzünden işlenmiş cinayetlere nispeten tokluk ve taşkınlık yüzünden işlenmiş olanlar kabili kıyas olmayan bir ölçüde daha çoktur.
…İnsan, tabiatın bir çocuğu gibi hareket etmeyip tabiatın içinde bir yabancı gibi hareket etmiştir. Onun temel hissi korkudur, ama bütün hayvanların hissettiği biyolojik korku değil. Bu korku manevi, kozmik ve ezelidir ve varlığın sır ve muammaları ile ilgilidir.
…İptidai insan dünya ile karşılaşmasına niçin her yerde ve her zaman dinle karşılık vermiştir? Niçin her yerde ve onu vasıtasıyla korkusunu, sıkıntısını, sükûtu hayalini ifade etmiştir? Niçin “kurtuluş” aramıştır ve bu arayışla acaba hangi şeylerden kurtulmak istemiştir?    
…Neandertal insanının Fransa mağaralarında çizmiş olduğu resimleri tetkik ederken Fransız ilim adamı Henri Simle, mağara insanlarının ruhi hayatının bugünkü insanın ruhi hayatından pek farklı olmadığı kanaatine varmıştır: “Zamanımızdan yetmiş bin senen evvel mağara insanları da çağdaş insanın hastalığı olan metafizik baş dönmesine müptela idiler” diye Simple 1976 senesinde Niş’te akdedilen arkeoloji kongresinde söylemiştir. Bu durum biyolojik tekâmülün devamı olmayıp, “semadaki prolog”la başlamış olan dramın sadece bir sahnesidir.
…Maymunların bazı “resimlerine” dayanarak ileri sürülen, bu hayvanlarda resim yapma kabiliyetinin olduğu görüşü tamamen asılsızdır. Tespit edildiğine göre, maymunlar resim yapan bir kişiyi hayli başarılı bir şekilde taklit edebilirler. Bir zamanlar bazı kişiler sözde “maymun sanatı” ile sansasyon yaptılar. Fakat böyle bir sanat asla yoktur. Buna karşı ilk hakiki insanlar olan Cromagmon insanlarının resim ve oyma işleri yaptıkları hemen hemen kati olarak anlaşılmıştır.
...Tekâmül teorisi insanın ilk dini safhasını tatminkâr bir tarzda izah edemiyor ve hatta uygarlıkla ilgili bazı olguları bile açıklamaktan aciz kalıyor. Maddi bakımdan hali düzelince insan neden daha az memnun olur? Maddi standart yükselince psikolojik standart neden düşer? İntihar olayları ve ruhi bunalım vakaları neden milli gelirin artışı ve eğitim derecesiyle doğrudan doğruya münasebet arz ediyor? Veya, evrimin başlangıcında sonuna kıyasen neden daha fazla insaniyet vardı? İlerleme neden aynı zamanda hümanizasyon değildir? Nasıl oluyor da, dünyanın gayrı-medeni bölgelerinin –mesela Okyanusya ve Afrika- sanatı, sözde kültür bölgelerininkinden daha kuvvetlidir ve bu sanatın bu bölgelere güçlü, hemen hemen yön değiştirici bir tesiri vardır…
…Ne insan Darwin’e göre, ne de kâinat Newton’a göre biçimlendirilmiştir…

Şu paradoks nasıl izah edilebilir: Kazılar sırasında karşılıklı bir münasebet içinde bulunan veya muayyen bir gayeye uygun bir şekilde düzenlenmiş iki taşa rastlandığında, bunların çok eski bir zamanda yaşamış insanların bir eseri olduğu kanaatine varırız. Fakat bu taşların yanında bir insan kafatası bulunursa – ki taştan yapılan bir aletten namütenahi daha mükemmeldir – o zaman kafatasının şuur sahibi bir varlığın eseri olduğu tasavvuruna yanaşmak bile istemeyiz. O kadar mükemmel bir şekilde yapılan kafatası veya iskelet, aklın yahut şuurun tasavvutu olmadan kendiliğinden veya tesadüfen oluşmuş! Allah’ı inkâr etmekte insan ne kadar inatçıdır, değil mi?
Modern insanın dar kafalılığı en fazla her şeyin anlaşılabilir olduğu kanaatinde kendini gösteriyor. Akıllılığı, bilgisi ve bilgi olarak telakki ettiği bilgisizliğinin bir toplamıdır. En büyük sır karşısında bile kendini beğenmiş ve mağrur davranıyor. O, muammayı görmez. Oysa, asıl burada bilgisizliliğinin ve peşin hükümlerinin ne derece müthiş olduğu belli olur. Kırlangıçlar sonbaharda Avrupa’dan Afrika’nın uzak bölgelerine göç ederler ve ilkbaharda döndüklerinde bırakmış oldukları yuvaları tekrar bulurlar. Göç etmelerinin lazım olduğunu ve hareket zamanını nasıl biliyorlar? ...“İçgüdü sayesinde”. …Kabahat bu boş cevapta değildir. Kabahat, karşımızdaki adamın hiç olmazsa bir cevap verdiğini zannetmesinde, başka bir ifade ile, araştırmaların ve hakikati bulmanın birinci şartı olan muammayı reddetmesindendir. Genel görelilik teorisini, başkalarına her şeyin açık olduğu bir sahada Einstein’ın muamma görmüş olması gerçeğine borçluyuz.
…Bu tip insan hiçbir yerde muamma, sır görmez; hayret etmez, hayranlık duymaz, bilinmeyenden korkmaz, yani ruhla yaşamaz. Bir problem buna rağmen ortaya çıktığı zaman, ona ad verir ve problem bununla çözümlendi diye kendini aldatmaya devam eder. Böyle isimlendirmeler, mesela, içgüdü, maddenin yüksek seviyede kendi kendini organize etmesi, yüksek derecede teşkilatlanmış maddenin karmaşık görüntüleri gibi ifadelerdir.
Yalnızca ilim adamları sayesinde hayatı anlamak mümkün değildir. Çünkü hayat fenomen olduğu kadar mucizedir de. “Ağaç beni o kadar hayrete düşürüyor ki ona hayran oluyorum.” Ressam Jean Dubuffet böyle diyor. Hayatı kavramak ve anlamak için tek yol hayret ve hayranlık olsa gerek.          
 

…İnsan, ahlaki yasalara aykırı davranabilir, fakat ahlak yasası dışında, iyi ile kötünün ötesinde bulunamaz. Başka bir ifadeyle o kendi kendini “dışarı atamaz”.
…İnsan Cennetten çıkarıldığından beri kendisine verilen hürriyetten kurtulamıyor, iyilik ve kötülük dramının içinden dışarı çıkamıyor, hayvan veya melek gibi masum olamıyor. Kendi hürriyetini seçmeye ve kullanmaya, iyi veya kötü olmaya, tek kelime ile, insan olmaya mecburdur. Bu seçme kabiliyeti, neticesi ne olursa olsun, kâinatta mümkün olan varoluşun en yüksek şeklidir.
…Ruhu “araştırmak” üzere yapacağımız bir teşebbüs bizi her zaman “araştırma konusu”nun inkârına götürecektir. Bu fasit daireden dışarı çıkılamaz. İşte bu, psikanalizin, metodu itibariyle bile, neden ateist istidlalleriyle bağlantılı olduğunu izah ediyor.
…İnsanın ruhi tarafını tanımazsanız, insanların eşitliğinin dayandığı yegâne esası kaybedersiniz. O zaman eşitlik dayanıksız ve boş laf olarak kalır ve bu durumda insani eşitsizliğin göze çarpan gerçekleri karşısında veya daha fazla, insanların tabi meyli olan hükmetme ve boyun eğme temayülü, yani eşitsiz olma isteği karşısında gerileyip gider. Dini yaklaşım bırakılır bırakılmaz ırki, milli, sınıfsal, siyasi mahiyette olan çeşitli eşitsizlikler hemen boşluğu doldurur.
…Ahlak tarihi, insanların eşitsizliği fikrinin her zaman ölümsüzlük fikri ile beraber olduğu hükmüne götürür. Ölümsüzlük fikrini tanımayan veya bu fikir hakkındaki mefhumları vazıh olmayan dinlerle ahlak sistemleri, eşitlik fikrini de tanımazlar. Eğer Tanrı yoksa, insanlar apaşikar ve ümitsizce eşitsizdirler.
…Bir fabrikanın kapısından sıhhatli ve bilgi sahibi olanlar içeri girer; hasta ve cahil olanlar ise dışarıda kalırlar. Mabette ise yoksul bir ama bile bir kral veya başka bir büyüğün yanı başında durabilir ve hatta onlardan daha iyi olabilir (Kuran-Abese : “O, suratını astı ve uzaklaştı. Çünkü kör bir adam o'na yaklaşmıştı! Nereden bilebilirsin (ey Muhammed,) belki de o arınacaktı…”).
…Eğitim de gayri-insani olabilir; gayesi eğer, düşündürmek değil de hazır çözümler sunmak suretiyle insanların ufuklarını ve dolayısıyla insan hürriyetini daraltıp, kişileri sırf fonksiyon için hazırlamaksa…
… İnsan hiçbir şeye hizmet edemez (alet olamaz). Tersine, her şey insana, insan ise ancak ve ancak Allah’a hizmet etmelidir. Hümanizmin ilk ve son manası işte bu olmalıdır.    



2. Bölüm: Kültür ve Uygarlık


…Kültür; semadaki prologla başlamıştır ve dolayısıyla semadan gelen insanın sema ile olan münasebetiyle daima uğraşacaktır; din, sanat, ahlak ve felsefe vasıtasıyla.
…Öbür taraftan uygarlık; zoolojik, tek boyutlu yaşamın devamı, insan ile tabiat arasında madde alışverişidir. Eğer bu hayat diğer her hayvanın hayatından farklı ise, bu ancak seviyede, derecede, teşkilatta farktır. İncil, Hamlet veya Karamazov problemleriyle uğraşan insan yoktur burada. Burada toplumun (sürünün devamı) adsız üyesi ancak tabiatın verdiği şeyleri kendisine mal ederek ve çalışarak, ihtiyaçlarına göre, çevresinin değiştirmek suretiyle işlevini yerine getirmektedir.
…Dini inançlar, dram, şiir, folklor, toplumun ahlaki ve estetik kanunları, şahsiyetin değer ve hürriyetini teyit eden siyasi ve hukuki hayatın unsurları vs., ilk sahnesi semada Allah ile insan arasında geçen insan kültürünün aralıksız devam eden türevleridir.
…Uygarlık ise, manevi değil, teknik gelişmenin devamıdır, tıpkı Darwinci evrimin insani olmayıp, sadece biyolojik oluşunda olduğu gibi. İnsanın maddeye bağımlılığı uygarlıkta durmadan artıyor. Durmadan yeni ihtiyaçlar yaratmak ve hatta lüzumsuz şeylere ihtiyaç duyurtmak suretiyle. Öbür taraftan her kültür, insani ihtiyaçların sayısını veya hiç olmazsa tatmin derecesini indirmek ve bu suretiyle insanın iç hürriyetini artırmak ister.
…Budizm’in ana prensiplerinden olan “arzuları yok edin” isteği karşısında uygarlık, buna zıt bir parola atmaya mecburdu: “Durmadan yeni arzularımız olsun”. Birbirine zıt bu isteklerde insan ahenksiz bir varlık olarak ortaya çıkıyor; daha doğrusu, insan tabiatının ikiliği veya kültür ile uygarlığın zıddiyeti yansıyor.  
…Kültürün hamili insan, gayesi terbiye ile kendi kendine hâkim olmaktır ve insan, felsefe, sanat, şiir, ahlak, inanç kültüre aittir. Uygarlığın ise hamili toplum, gayesi de ilim sayesinde tabiata hâkim olmaktır ve devlet, ilim, şehirler, teknik, uygarlığın hususiyetleridir.
…Kültür dram, uygarlık ise ütopyadır.        
…Romalılar medenileşmiş barbar oldukları intibaını uyandırıyorlar. Roma kültürsüz yüksek bir uygarlığın örneğidir. Mayaların kültürü belki bunun tam tersini temsil ediyor. Eski Cermen ve Slavların hayatı hakkındaki bilgilerimize göre onların kültür bakımından Romalılardan daha yüksek bir seviyede oldukları söyleyebiliriz. Tıpkı Kızılderililerin beyaz istilacılardan daha kültürlü oluşları gibi…


…Uygarlık eğitir, kültür aydınlatır. Biri öğrenmeyi, diğeri düşünmeyi ister.
…Benliğimizle ve yalnız onunla hürriyeti hissediyoruz ve aynı zamanda mensubu olduğumuz öteki âlemi müşahede edebiliyoruz. Ruh ve hürriyet âleminin mevcudiyeti hakkında ben ancak kendi kendime şahitlik yapabilirim.


…Din de, ihtilal de acılar ve ızdıraplar içinde doğar. İkisi de refah ve konfor içinde yok olup gider. Gerçekten devam eden, sırf onların gerçekleşme çabasıdır. Onların gerçekleşmesi ise, aynı zamanda ölümleri demektir. Din de, ihtilal de gerçekleşirken, kendini boğacak müesseselerini doğurur. Resmi müesseseler ne ihtilalci ne de dinidir. İhtilale karşı olanlar dinde bulunmuşlarsa, o zaman ancak resmi dinde, yani kilise, manastır ve hiyerarşide, diğer bir ifadeyle müesseseleşmiş sahte dinde bulunmuşlardır.


…Tanınmış psikiyatri uzmanlarından Prof. Blanchard’ın belirttiği gibi: “Hâkim ideoloji giderek şahsiyeti bir tarafa itiyor ve insanı otomatik bir yaşama tarzına, uyumak-metro-çalışma formülüne göre yönlendiriyor. Gerçi bu formül belirli bir standart temin ediyor, ama öte yandan da insanı hakiki hayat tecrübe ve heyecanlarından mahrum bırakıyor. Her şey önceden hazırlanıyor ve hatta senelik tatiller bile önceden organize ediliyor ve her şey katılımcıların hiçbir şeyi değiştiremediği bir plana uygun bir şekilde geçiyor. Bu yüzden çoğu kişi kendi kendinden kaçmak ve bambaşka bir şeyi ucuz bir yolla tecrübe etmek ihtiyacını duyuyor. İşte bu ihtiyaç pornografik filmler vasıtasıyla istismar edilmektedir.”
…Çağdaş Amerika’yı en iyi tanıyanlardan biri olan Arthur Miller, bunalım çağı çocuklarının suça eğilimi üzerinde dururken şöyle diyor: “Suçluların müşterek bir vasfı vardır: Boğulurcasına can sıkıntısı içinde bulunuyorlar. Etrafta maksatsız dolaşmak ve hiçbir şey beklememek, ölmeye çok yakındır. Gençlerin suç işleme temayülü yalnız büyük şehirlerin problemi değildir; kırsal bölgeleri de ilgilendirir. Sırf kapitalizmin değil, aynı zamanda sosyalizmin de problemidir; yalnız yoksulluğa ait olmayıp, bolluğa da aittir. Sadece bir ırk ya da yeni göçmenlik meselesi ya da sadece Amerika’nın bir problemi de değildir. Ben inanıyorum ki, şimdiki şekliyle bu, insanın kendi başına bir değer olduğu anlayışını yok eden teknolojinin bir mahsulüdür. Kısacası, ruh yok olmuştur. Belki de, iki harbin vahşiliği onu dünyamızdan dışarı atmıştır. Veya teknolojik sürecin kendisi onu insanın içinden emmiştir. Birçok kişi ancak nadiren başkalarıyla ilişki içindedir. Günümüzde mevcut olan ilişkiler, bir değer ifade eden şahsiyetler arası ilişkilerden farklı olarak; müşteri ile satıcı veya işçi ile şef ilişkisi gibi bir bakıma alet olarak kullanılan faktörler arasındaki ilişkilerdir...”            
…“Tahakkuk etmeyen arzu acıyı, tahakkuk eden ise tokluğu doğuruyor” (Schopenhauer). Konfor ve ona bağlı tüketici zihniyet her yerde, yalnız dine olan bağlılığı değil, herhangi bir değerler sistemine olan bağlılığı da zayıflatıyor:
“…Sen onlara ve atalarına bol rızk verdin de onlar mesajı unuttular…” (Kuran, 25/18)


…Kötümser felsefenin bize dünyanın zengin ve gelişmiş bölgelerinden gelmiş olması manidardır. İyimserlik, umumiyetle şeylerin dış görünümüne göre hareket eden ilim adamlarında var. Fakat filozoflarla sanatkârlar tedirgindirler. Bilhassa sanatkârlar…
…19. yy sonlarında ve 20. yy başlarında İskandinav felsefesi apaçık kötümserdi. Ona göre insanın kaderi ümitsizce trajiktir ve bir çıkar yol bulmak üzere yapılan insani çabaların nihai neticesi karanlık ve ıssızlıktır.
…Anlamsız ve mantıksız dramlar en gelişmiş çağdaş toplumlarda insan hayatının hakikate en uygun tasviridir. Uygar hayatın dış görüntüsü konfor, iç görüntüsü ise manasızlıktır.
…Bilhassa iptidai (ilkel) toplumun edebiyatı olan folklor bize ilkel insanın fevkalade yaşama gücünü ve zengin hissiyatını gösteriyor. Yoksul bir toplum çaresizlik ve manasızlık hissini tanımaz.
…Birinci Dünya Savaşı sonrası için Paul Valery’nin çizdiği tablo şu şekildedir: “Arta kalan şeyler: Kaybolmuş bir Avrupa kültür hayali ve herhangi bir şeyin kurtarılması hakkında idrak kabiliyetsizliğine dair delil; ahlaki ihtiraslarında tam isabet almış ve tatbikatının gaddarlığı ile kutsiyeti ihlal edilmiş ilim; ağır yaralı olarak zafer kazanmış ve hayalleri için mesuliyet taşıyan idealizm; sükût-u hayale uğramış, yenilmiş, suç ve hataların yükü altında ezilmiş realizm; yıldırım hızıyla birbirini izleyen şiddetli, sarsıcı hadiseler yüzünden şaşırmış vaziyette bulunan ve kedi fare ile oynar gibi düşüncelerimizle oynayan şüpheciler: Şüphelerini kaybeder, yeniden bulur ve tekrar kaybeder ve kendi zihinlerinin mekanizmalarını kullanmayı unuturlar…”        


…Nihilizm ve Absurdizm dünyanın en zengin ve en uygar kısmının ürünleridir. İmajına ters bir tarzda büyüyen dünyaya karşı insanın mukavemet ve itirazının bir ifadesidir:
“O, tek boyutlu uygarlık dünyasına karşı insanın isyanıdır” (Albert Camus)
…Modern Nihilizm, bazı kimselerce dinin bir şekli olarak vasıflandırılmıştır: “O ezeli sıkışmış olma hali, mezarın öte tarafından bakış, insanın yabancı bulunduğu bir dünyanın içinden ümitsizce bir çıkar yol araması her ikisinde de müşterektir” (A. Camus). Aralarındaki fark, nihilizmin bu çareyi bulamaması, dinin ise bulduğunu telakki etmesindedir.
…Nihilizme göre olduğu gibi, dine göre de insan bu dünyada bir yabancı gibidir. Nihilizme göre, ümitsizce kaybolmuş; dine göre ise, kurtuluşu için ümidi var olan bir yabancı...
…Albert Camus’a göre hayat, çıkış yolu bulunmayan bir sürgündür. “Ağaçlar arasında bir ağaç olsaydım, o zaman hayatın bir manası olurdu, başka bir ifadeyle, bu problem ortaya çıkmayacaktı. Çünkü ben, -şimdi bütün şuurumla karşı koymakta olduğum- bu dünyanın bir parçası, daha doğrusu bu dünyanın kendisi olacaktım.”
…“Tanrı’nın var olmadığı ve insanın ölmekte olduğu hasebiyle her şeye müsaade vardır.” Bu zikredilen fikrin akılcı düşünürlerin sığ ateizmi ile hiçbir alakası yoktur. Bilakis, bu ifade Tanrı’yı ararken yorulmuş olan ve O’nu bulmayı beceremeyen bir ruhun bastırılmış bedduasıdır. Ümitsizlik sebebiyle ateizm, budur.
…Hippilik, bir bakımdan varoluşçuluğun bir devamı, onun pratik ifadesidir. Hippiliğin ilerlemeye karşı protestosu, onu çağımızın otantik kültür fenomeni kılmıştır.
…İlerleme ve uygarlık – istesek de- reddedilemez. Mümkün ve mutlak lazım olan ise, hakkındaki efsaneyi yıkmaktır. Ki, dünyanın hümanizasyonunun devamı için bu şarttır ve kültürün en büyük vazifesini de bu teşkil etmektedir.  


3. Bölüm: Sanat Fenomeni


…Tabiat âleminden bambaşka bir âlemin mevcudiyeti her dinin, her sanatın esas kaziyesidir (hükmüdür). Yalnız tek bir âlem olsaydı sanat imkânsız olurdu. Gerçekten her sanat eseri, ona ait olmadığımız, içine atıldığımız bir dünya hakkında bir haber mahiyetindedir. Sanat vatan hasreti veya hatırlamadır.
…Her ilmin varacağı mutlak hüküm şudur: “İnsan diye bir şey yoktur”. Dolayısıyla sanat dünyaya karşı tabii bir muhalefet içindedir ve hatta psikolojisi, biyolojisi ve Darwin’i ile tüm ilme karşıdır. Farz edelim ki insan hakikaten Darwin’in dediği gibi biçilmiştir, o zaman sanatın yapacağı hiçbir şey yoktur; şairlerle trajedi yazarları bizi ancak aldatıyorlar ve yazdıkları saçmadır.
…İlim doğruyu ifade eder, sanat ise hakikate uygun olanı...


…“Şiir, ruhun, haddizatında ifade edilemeyen hakikatle ve onun kaynağı olan Tanrı ile olan temasının meyvesidir” (Maritain).
…“Yaratıcılık olarak sanat ve bilhassa varolma tarzı olarak şiir sanatı, mukaddesin yerine geçecek bir şekil olma çabası içindedir. Hayatın idraki olsun, yaşama tarzı olrak olsun, şiir sanatı, insanı her bakımdan kendi insani şartlarının üstüne yükseltmekte ve böylece mukaddes bir faaliyet olmaktadır” (GaetanPicon).
…“Eğer çoğu insan, sonsuzluğun karanlığını veya her dinin esası olan aşkınlığı - belirsiz bir şekilde de olsa – sezmeseydi, resim, heykeltıraşlık ve edebiyat hakkında, mimari hakkında sahip oldukları kanaatten daha esaslı bir kanaate sahip olamayacaklardı” (AndreMalreaux, Sükûtun Sesleri).
…Sanat her şeyden evvel güzeli yaratmak değildir, çünkü güzelin tersi çirkin değil yalandır. Aztek veya Fildişi Sahili Maskları, yahut Albert Giacometti’nin gözsüz heykelciklerinin güzel olduğu söylenemez. Fakat bunlar hakikati arayan otantik bir isteğin ifadesidir. Çünkü bu veya şu şekilde bir seziş, bir his veya insanın kaderiyle ilgisi olan kozmik bir hadise ile bir çağrışımı veya sadece aşkın dünya hissini teşkil etmektedir.


...Şaire göre ortalama insan mevcut değildir. Ona göre, şahıs olarak insan vardır.
…Şairin bahsettiği ıhlamur ağacı asla botanikçinin tanıdığı umumi ıhlamur ağacı değildir, fakat evinin bahçesinde bulunan mis kokulu ve gölgesinde çocukluk rüyalarını gördüğü muayyen (belirli bir) ağaçtır.


…Meyerhold, hep aynı piyesin (Hamlet) oynanacağı bir tiyatro tavsiye ediyordu. Bu piyes, ayrı ayrı yöneticiler tarafından sahneye konacak ve her defasında yepyeni bir eser olacaktı. Bu ancak sanatın eserde olmayıp, sanatkârın iç dünyasında ve şahsiyetinde oluşuyla, şahsiyetin ise salt hürriyet demek oluşuyla mümkündür.
…“Ressamın ne yaptığı önemli değildir, ressamın kendisidir mühim olan” diyen Picasso’ya göre, sanat eseri sırf sanatkârın şahsiyetini peyderpey göstermesi bakımından önem arz eder. Hatta eserde onun ahlaki şahsiyeti de yansımaktadır. “Kötü bir kişi büyük şair olamaz” (BorisPasternak).
…Bir sanat eseri, bir ruh içinde yanan ateşin bir neticesidir; eserin kendisi bu ateş değildir. Daha doğrusu eser, onun varlığına tanıklıktır, ateşin bıraktığı izdir.


…Din ile sanat arasındaki temas noktaları hakkındaki bu mütalaayı sona erdirirken kaydedelim ki, sanat, insanı ararken, bu bir bakıma Allah’ı arayış oluyor.
Bazı sanatkârların dinsiz olması bu gerçeği değiştirmez. Zira “sanat bir hareket tarzıdır, bir düşünme tarzı değildir” (Alain). Dini olmayan resim, heykel, şiir varsa da, dini olmayan sanat yoktur. Ateist sanatkâr fenomeni, insanın kaçınılmaz ikilemlerine ve insanın şuurlu mantığının gayrı ihtiyari ve fakat bir o kadar da otantik olan genel eğilimden nispi bağımsızlık peşinden koşmasına atfedilebilir. Bu gayrı ihtiyari genel eğilim, “Sema ile Arzın” daraltmasına insanın cevabını teşkil etmektedir. Dini gerçek yoksa,sanat geçeği de yoktur!..


4. Bölüm: Ahlak


… Birbirinin zıddı olan vazife ile menfaat, her insani hareket tarzının iki değişik hareket ettirici gücünü teşkil etmektedir. Aralarında, kaide olarak hiçbir karşılaştırma yapılamaz. Vazife hiçbir zaman menfaatçi değildir, menfaatin ise ahlakla alakası yoktur.
…Ahlak ne fonksiyonel ne de rasyoneldir. Eğer hayatımı tehlikeye atma suretiyle komşumun çocuğunu kurtarmak üzere yanan eve girip kucağımda ölmüş çocukla dönsem, neticesiz kalan bu hareketimin kıymetsiz olduğu söylenebilir mi? Faydasız bu fedakârlığa, neticesiz bu teşebbüse kıymet veren şey işte ahlaktır, tıpkı “harabeleri güzel kılan şeyin mimari” oluşu gibi (A. Perret).
…Ahlak fenomeninin, insan hayatının bir gerçeği olduğu halde, akli yönden izah edilemeyişinde din için birinci ve belki de tek pratik delil bulunmaktadır. Çünkü ahlaka uygun davranış, ya manasızlıktır yahut Allah varolduğundan, manası vardır. Üçüncü şık yoktur.
…İnsan hiçbir zaman ahlaken tarafsız değildir. Dolayısıyla, o daima ya hakikaten yahut sahte olarak ahlaklıdır.


…İstisnasız her insan, bir takım ahlak kanunlarına riayet etmek suretiyle kendi vicdanıyla ahenk içinde yaşamak isteyebilir ve buna meyledebilir. Bunların hangi ve ne türden kanunlar olduğu önemli değildir.    
…İnsan, yaptığı şey değil, her şeyden önce, istediği ve meylettiği şeydir.



…Hürriyet akıldışı bir kategoridir. Aklın fonksiyonu ise her şeyde tabiatı, mekanizmayı, hesabı keşfetmekten ibarettir ki eninde sonunda her şeyin içinde kendini keşfetmesi demektir, bu. Onun için akıl durmadan bir daire içinde döner. Çünkü tabiat içinde kendinden yani mekanizmadan daha büyük bir şey bulamaz.
…Ahlakı akli esasa dayandırma teşebbüsü bizi hiçbir zaman sosyal ahlak denilen şeyden, daha doğrusu, bir grubun bekası için zaruri olan davranış ilkelerinden, yani bir nevi içtimai disiplinden daha ileri götürmez.
…Bir şeyin ahlak bakımından “iyi olmayışı” ilmen ispat edilemez.
…Jean Valjean (Victor Hugo, Sefiller), karşı karşıya bulunduğu ahlaki muammayı çözmek için ilmi yardıma çağırabiliyor muydu? Sırf basit fakat masum bir kişinin kurtarılması uğrunda bu kadar kişinin menfaatini feda etmeli miydi? …Jean Valjean’ın verdiği karar, aklın mağlubiyetini fakat insanın zaferini teşkil etmektedir. Bu zafer aklen izah edilemez veya haklı gösterilemez ama bütün insanlar, sessiz tasvipleriyle, onun tarafını tutarlar.



…Ahlak ve din aynı şey değildir. İkisini birbirine şu çizgi bağlar: Daha üstün başka bir dünya… Başka olmasına göre bu dünya dinidir; daha üstün olmasına göre ahlakidir.
…Ahlak da, insan gibi akıldışı, gayri tabiidir. Tabii insan ve tabii ahlak mevcut değildir. Tabiatın sınırları içinde olan insan insan değildir, olsa olsa akılla mücehhez hayvandır (Tabiat burada; insanın özünün dışında cümle hakikatini, insanın dünyaya ait tarafını yani bedenini, arzularını, içgüdülerini ve zekâsını ifade etmektedir).
…Bütün ilerleme faaliyetleri varlığını, tabii ayıklanmada, güçsüzlerin güçlüler tarından kenara itilmesinde buluyorsa, ahlakın bu noktada ilerlemeci mantığa muhalefette bulunması kaçınılmazdır. “Vicdandan, merhametten, bağışlamadan, insanların bu dâhili zalimlerinden kurtulunuz; güçsüzleri baskı altına alınız, cesetleri üzerinden yukarıya tırmanınız…” (Nietzsche). Ahlaktan ayrılış apaçıktır burada. Biyolojikle manevi, zoolojikle insani, tabiatla kültür, ilimle din işte burada birbirlerinden ayrılmaktadır. Biyolojik kanunların insan toplumuna tatbikini tutarlı bir şekilde ve sonuna kadar müdafaa eden yegâne düşünür Nietzsche olmuştur (Nietzsche, Darwinizmin felsefi devamı ise, Hitler nasyonalizmi her iki doktrinin siyasi türevleridir).
…Platon (Eflatun): “Hakikaten ahlaklı bir kişinin tek isteği, bedenden uzak maneviliğe yakın olmaktır. Ruh dünyada asla gayesine ulaşmaz, hakiki marifet ancak ölümden sonra olur. Onun için ahlaklı kişi ölümden korkmaz. …Şer dünyaya hâkim kuvvettir, ahlak ise insanın tabii imkanı değildir ve akıl üzerine kurulamaz”. Platon, ayrıca, varolmadan önceki varlıktan bahseder. Buna göre, her bilgi sadece hatırlamadır. Platon’un ahlak üzerindeki tefekkürü onu doğrudan doğruya dini bir tutuma götürüyordu.
…Din, “nasıl düşünmeli ve inanmalıyız”; ahlak ise “neye meyletmeli, nasıl yaşamalıyız” sorularına cevap teşkil etmektedir.
…“İman edin ve iyi amellerde bulunun”; Kuran-ı Kerim’in sık sık (en az 50 defa) tekrarlanan bu talebi, insanların tatbikatta birbirinden ayırmak istedikleri şeylerin beraber olması lüzumunu belirtiyor. Bu ayet, din (iman edin) ile ahlak (iyi amellerde bulunun) arasında ayırım yapmakta ve aynı zamanda bunların beraber olmasının istemektedir. Fakat Kuran-ı Kerim, ters bir taraftan da bir bağ kurarak dinin ahlakta kuvvetli teşkil bulabileceğine işaret ediyor: “Sevdiğiniz şeylerden infak etmeden iman etmiş olmazsınız”. Yani, imana gel ki iyi insan olasın denmiyor. Tam tersine, iyi insan ol ki iman etmiş olasın…
         


…Kendilerini dindar telakki edip, ahlak bakımından katılaşmış materyalist olanlar olabildiği gibi, doktrin bakımından materyalist bazı kişiler de, tatbikatta her türlü fedakârlığa ve başka insanlar uğrunda çalışmaya hazır olabilirler. Davranışımız, ahlakımız, şuurlu bir tercihin veya hayat felsefesinin bir fonksiyonu değildir; felsefi veya siyasi tercihlerin bir eseri olmaktan çok çocukluktaki terbiyenin ve kabul edilmiş anlayışların bir neticesidir. Bir kimse eğer daha çocukken, söz tutmaya, yardım etmeye, yalan söylememeye, sade ve gururlu olmaya alışmışsa, o zaman bunlar, sonraki siyasi tercihi ve felsefesi ne olursa olsun, şahsiyetinin özellikleri olarak kalacaktır. Onun bu ahlakı dindir; kendi dini değilse bile ona aktarılmış olan dindir.
…Tanrısız ahlak meselesi, büyük ihtimalle ebediyen pratikte tetkiki mümkün olmayan veya herhangi bir tarihi tecrübeye dayanmayan nazari bir tartışma mevzuu olarak kalacaktır. Çünkü tarih boyunca tamamen dindışı bir tek toplum bilinmediği gibi, benzeri durumla ilgili tecrübemiz de yoktur.
…Ahlaklı ateist olabilir ama ahlaklı ateizm olamaz. Dindışı insanın ahlaklı olmasının kaynağı da dindir. Ancak geçmişteki eski bir dindir bu. Ve insanın ondan haberi bile yoktur. Bu din tesir icra etmeye ve ışımaya devam etmektedir. Güneşin çoktan battığı yerde de gecenin bütün sıcaklığı güneştendir. Ancak ve ancak geçmiş asırların manevi mirasının tamamen imha veya bertaraf edilmesi suretiyle bir neslin ateist olarak eğitilmesi için psikolojik şartlar tahakkuk ettirilebilir. İnsanlık 20000 sene aralıksız dinin tesiri altında yaşamıştır ve dolayısıyla din; ahlak, kanunlar, anlayış ve hatta lisan olmak üzere, hayatın bütün tezahürlerine girmiş bulunmaktadır.
…Ateist bir ahlak bilimcisi şöyle diyor: “Ben hatta iddia edebiliyorum ki, insanın ve insan ahlakının yücelmesi ateizmdir. Eğer ben, kendi içimde hür bir varlık olarak ve hiç kimsenin emrine tabi olamadan dâhili bir ses duyuyorsam ve bu ses bana, hırsızlık etme veya öldürme diyorsa ve ben sosyal olsun, ilahi olsun herhangi bir mutlaka dayanmadan buna riayet ediyorsam, o zaman ben bunu insanın bir alçalması olarak görmem…” (Prof. VukPaviçeviç). Profesörün bu sözleri üzerine şimdi, “kavramları karıştıran acaba kimdir” diye sorabiliriz. Şuur ve vicdan ne zaman gözle görünen dünyanın bir parçası olmuştur? Allah yerine insanın ikame edilmek istenmesi bir nevi lüzumsuz ifade değil mi? İnsanlığa inanç, dinin daha alçak bir şekli değildir de nedir? Materyalistlerin, Allah’ın yerine insanın adına ahlaki davranışa müracaat etmeleri, Marks tarafından “insanın soyut insanlığıyla ilgili ümidin salt dini hayalden daha küçük bir hayal olmadığı” iddiasının öne sürülmüş olması karşısında daha da garip olmuyor mu?
…Marks; insan, hümanizm, vicdan gibi şeylere başvurmanın dinle başa baş giden bir idealizm teşkil ettiğini devamlı vurgulamıştır. Bu noktada Marks’a iştirak edebiliriz. Fakat öyle görünüyor ki bugünkü Marksistler, pratik sebeplerden dolayı, bu hususta Marks’la hemfikir değiller. Çünkü bunlar, ondan farklı olarak, hayatın çıkardığı ve tamamen uygulamayla ilgili bazı problemlere cevap vermeye mecbur oluyorlar. Çalışma masasından veya İngiliz Kütüphane’sinden “ahlak diye bir şey yoktur” demek, Marks için kolaydı. Ama Marks’ın fikirlerini tatbik etmeye ve buna uygun bir toplum meydana getirmeye teşebbüs edenler, asıl materyalist anlayışa göre tutarlı olan bu fikri aynı kolaylıkla açıklayamıyorlar.
…Eğer sadece bugün yaşıyorsam ve yarın da ölüp unutulmuş olacaksam ve imkân da varsa, niye kendi istediğim gibi ve sorumsuzca yaşamayayım?

Hazırlayan: Ayşe Denizli

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder