21 Ekim 2014 Salı

İslami Yenilenme 1 \ Fazlur Rahman

İslami Yenilenme Makaleler 1 \ Fazlur Rahman
Kuran’ın takvayı telkin etmedeki bütün çabası, insanı bu gelip geçici hayatın üstüne çıkartmaya, böylece de,onun, davranışlarını uzun vadeli hedefleri ve ‘’işlerin sonu’’nu gözeten sağlam bir temele oturtmasına yöneliktir.

(s.29)

Hem ferdî hem de toplumsal seviyede takva nasıl korunabilir?

Bir ferd yada toplumun takvayı koruyup koruyamayacağı hususu bir tarafa, Kuran’ın cevabı son derece basittir. İnsan her zaman için kendi ahlaki yaratılışını ve varlıklar içerisindeki konumunu göz önünde tutmalıdır. Kuran’ın insanda gördüğü temel kusur, insanın kendisi hakkındaki görüşünün ahlakça çok zayıf olduğundur. Bundan dolayı o, önemsiz şeylere dalıp giden bir zihin dargörüş ve çileden çıkarıcı bir bencillikle hareket eder. Bu, siyasi, toplumsal, ekonomik ve dahası dini, bütün insani davranış alanında böyledir. İnsan çok zayıf/akılsız ve kıt düşünceli (önemsiz şeylere kafası işleyen)dir. (17/100;4/28).’’İnsan doğası kararsızdır. Başına bir fenalık gelince feryad eder; iyi şeylere kavuşunca da onun başkalarına da ulaşmasını engeller’’(70/19-21). Hakikaten bu husus Kuran’da öylesine devamlılık ve kuvvetle zikredilir ki, insanın bu dar kafalılığının –şirkin kınanması yanında- Kur’an’ın ana meşguliyeti olduğunu söyleyebiliriz. Gerçekten de, salt Kuran’a dayanarak şu dahi iddia edilebilir; bizzat şirk bu kıt düşünceliliğin ve dar kafalılığın bir belirtisidir. İnsanın bütün hastalık ve illetleri bundan doğar. Bunun tedavisi ise, insanın, ufkunu/görüşünü (vizyon) genişletmesi ve küçük şeylerle uğraşmaktan Allah’a yükselmesidir ki, bu da ancak takvayı geliştirmek ve yerleştirmekle olur.

(s.30-31)

Öyleyse, açıktır ki, bir müslüman toplumu evvela iman ve takva sahibi fertlerin varlığını gerektirir. Böyle fertler olmaksızın öyle bir toplum tasavvur edilemez.; fakat diğer taraftan, iman ve takva bir müslim topluma götürmelidir; sadece tek tek ferdlere değil.Niçin?

Bunun sebebi İslam’ın zorunlu ve merkezi olarak, kurallarının ve emirlerinin ‘’yeryüzünün ıslah edileceği’’ bir tarzda temsil edileceği ve somutlaştırılacağı bir dünya düzeninin inşasını hedeflemesidir. Şu anda artık İslam’ı büyük ‘’İ’’ile yazıyoruz; çünkü artık İslam belli bir toplumun temsil ettiği belirli bir dinin adı olmuş durumdadır. Bu Müslüman toplumu, Kuran’a göre,’’insanlık için tesis edilen en iyi toplumdur’’,çünkü ‘’siz iyiliği emreder kötülükten men edersiniz ve Allah’a inanırsınız’’(3:110). Her şeyden önce dikkat edilmelidir ki, bu toplum iman, takva ve İslam üzerine bina edilmiş bir toplumsal düzendir. O, ancak bir toplumsal düzen olduğu zaman evrensel rol oynayacak bir siyasi düzen haline gelebilir. Toplumsal bir düzenin temeli sağlam bir şekilde atılmadıkça siyasi bir düzenin inşası mümkün olamaz. Hz.Peygamber’in yapmış olduğu budur; ve tekrar İslami bir düzen kurmak isteyenlerin yapmaları gerekecek olan da budur. Günümüzde, İslam ülkelerindeki Fundamentalist hareketlerin temel hatası, öncelikle bir Müslim toplumu meydana getirmeksizin siyasi bir düzen kurmaya çalışmalarıdır. Bazıları da bunu fiilen başarmıştır. Dahası, Ortadoğu, Hind Yarımadası ve Güney Doğu Asya’da –ki bütün fundamentalist hareketler, liderleri tarafından ‘’hele bir defa siyasi iktidar ele geçsin her şey İslami olacaktır’’ gibi yanlış bir düşünceye sevkedilmişlerdir. Neticede bunlardan bazıları fiilen iktidarı ele geçirmeyi başardıkları zaman, onların İslam’ının kof çıktığı görülmüş ve görülmektedir. Şimdi, hakikat şudur: şuandaki İslam toplumu yeniden gerçek bir müslim toplumu olmak zorundadır. O, ‘’Allah’ın emrine teslim olma’’nın ne anlama geldiğini açık bir şekilde anlamak ve ona bağlı kalmak zorundadır.

Mamafih, Kuran’ın öngördüğü tarzda bir Müslim Toplumu zorunlu olarak ve acilen gereklidir. Kuran bu topluma aynı zamanda ‘’beşer üzerine şahid olabilesiniz diye’’,’’Orta Topluluk’’ adını verir. Kuran’ın bundan kasdı, muhtemelen, İslam’ın görevinin Yahudi katılığı ve inhisarcılığı ile Hristiyan seyyaliyeti arasında bir orta yol bulma olduğudur. Her halukarda o, aşırılıklar arasında orta yolu bulma işlevine sahiptir. Böylece Kuran’ın ‘’yeryüzündeki bozulmuşluk/kokuşmuşluk’’ dediği durumun ortadan kaldırılması gerçekleşip, sağlam bir ahlaki temele dayanan, sağlıklı bir sosyo-siyasi düzen kurulacaktır. W.C.Smith’in ‘’dinin somutlaştırılması’’ dediği şey bu ise, gerçekten bir somutlaşmadır bu: Allah ‘’semavileştirilmiş’’ bir hale kapatılamaz;o, adeta, yeryüzüne inmelidir. Elbette, nizamlanmış/kurallara bağlanmış bir toplumsal düzen, İslam Toplumu olabilmek için, Kuran’ın koyduğu ölçülere uymak zorundadır.

(s.33-34)

Umumiyet itibariyle insanın en köklü hastalığı –hemen her yerde yerleşik ve yaygın bir kanaat olan-‘’sokaktaki adam’’ın veya ‘’avam’’ın ‘’bir işe yaramaz’’ olduğu fikridir. Onlar ebediyen ahlaki düşüklük ve düşünce kısırlığı içinde yuvarlanıp durmaya mahkum görülürler:ve bundan dolayı da, kendilerinin insanlık açısından ‘’eksikliklerini telafi eden’’ aydınlanmış zihinler ve seçkin zevatın ardından gitmelidirler. Aydınlar ve ahlak zübbeleri, Hindu kast sisteminin bazı garip niteliklerini hakir görüp alaya alırlarken, haddi zatında bütün insan toplumlarının ‘’kitlelere’’ karşı aynı tutumdan suçlu olduklarını unutmaktadırlar. Tek fark, Hinduizm’in açıkça ve acımasızca bu tutumu resmileştirmesi ve diğer toplumlarda bulunmayışıyla övünebilecekleri bir takım çirkin toplumsalın ise kendilerinde ayrımlar yaratmış olmasıdır. Ancak insanın, İranlı bir şairin dediği şu şeyi keşfetmesi hiç de zor değildir:

’’Bu sizin şehrinizde de işlenen bir günahtır!’’ (This is a sin that is committed in your town as well!)

(s.34)

On dokuzuncu asrın ortalarından itibaren bazı Müslüman düşünürler fikirlerini Kuran’ın şûra ilkesine dayandırarak siyasal ıslahat veya değişimi savunmaktadırlar ve onlara göre bu ilkeyi bugünün şartları içinde tatbike koymanın tek yolu temsili yönetim tarzının tesisidir.;böylece halkın iradesi yasama-yürütme sürecinde belirleyici ve etkili olacaktır. Bu ‘’Kuran’a dönüş’’(hareketi) muhtelif İslam ülkelerinde anayasal yönetimlerin tatbikini son derece kolaylaştırmıştır. Fakat demokrasinin değeri hususunda İslam ülkelerindeki eleştiriler/itirazlar hala devam etmektedir ve son zamanlarda da bazı İslam ülkelerinde tekrar dini veya dini-askeri diktatörlüklere sapmalar görülmektedir. Demokrasinin değeri hakkında yapılan bu sorgulama ve eleştirinin temelini Batı’daki demokrasinin temel dayanağı –formu değil- teşkil eder. Birçok Müslümanın iddiasına göre, Batı demokrasisi halkın iradesine dayanır ve halkın oy verme davranışını belirleyen düşünceler ise sığ/dar, bencil ve maddiyatçıdır. İkbal’in Müslümanlara karşı yaptığı yukarıdaki eleştirisi (Yüzünüzün çirkinliğinden ayna bile utanç içinde!) aynı zamanda ve eşit güçte Batı demokrasileri için de geçerlidir;fakat bizatihi demokrasiler olarak değil, ahlaki yönelimler açısından son derece sefil/düşük ve miyopik bir düzeye inerek kokuşmuş ve bozulmuş dünyevi/seküler toplumlar olarak Batı demokrasileri için, Fakat Müslüman itirazcılar demokrasiyi reddetmekte açıkça hatalıdırlar;o ispat edilebilir ve açık bir tarzda Kuran tarafından Ümmet hayatının ahlaki temeli olarak emredilmiştir. Bu sebeple Batı demokratik formlarında, Kuran açısından, zararlı ya da kötü bir şey yoktur; dahası bunlar övgüye değerdir. Müslümanların yapmaları gereken şey, Ümmetin ferdi ve toplumsal hayatına ahlaki bir öz/nitelik kazandırmaktır. Zira, büyük dinler arasında sadece İslam bilinçli olarak evrensel İslam temeline dayanan bir toplum inşa etmiştir.

(s.36)

Aracı tanrılar konusunda ise İslami gelenek şunları söylüyor:Habeşistan’a göç zamanında, oluşum halindeki Müslüman toplum büyük sıkıntılar içinde iken Peygamber bir kez bu tanrılar lehine konuşmuş, 53.sureden uzlaşmaya (tavize) işaret eden bazı ayetler zikretmiştir. Fakat bunlar çok kısa bir süre sonra feshedilmiş; şeytani ayetler olarak şiddetle tenkid edilmiş ve şuan Kuran’da bulunan ayetler onların yerini almıştır.’’

Bir çok günümüz Müslümanı (Hz) Muhammed’in bu tür sözler sarf ettiği rivayetini reddeder; fakat Kuran’ın ışığında olaya bakacak olursak bu pekala mümkün de olabilir. Çünkü Kuran’ın standart doktrini –peygamber de dahil- hiçbir insanın şeytanın iğvasından ve hücumundan korunmuş (muaf) olmadığı, fakat Allah’ın iyi kulları söz konusu olduğunda, doğru ve gerçeğin sonunda galip geleceği ve şeytanın iğva ve aldatmacalarının boşa çıkarılacağı şeklindedir. Diğer bir husus olarak, onların, Peygamber’den Kuran’da değişiklik yapması isteklerine karşı Kurani cevabı şu olmuştur:

‘’(Ey Muhammed!) De ki, onu kendi kendime değiştirmek benim haddim değildir; ben sadece bana vahyedilene uyuyorum. Eğer Rabbime itaat etmezsem müthiş bir günün azabından korkarım. De ki, eğer Allah dileseydi onu size okumazdım… Bundan önceki bütün hayatımı sizin aranızda geçirdiğimi düşünmez misiniz?’’ (10/15-16)

(s.43-44)

Diğer taraftan İslam geleneği, onun kişiliğini ve hayatını, başta Hıristiyanlık olmak üzere bir çok kaynaktan alıntılarla mitleştirme eğilimi göstermiştir. Böylece mesela Kuran, Peygamber’in Kuran’la şereflenmesi dışında hiçbir mucize göstermediğini söylerken (11:13,2:23,6:33-35,17:59), İslam geleneği sanki diğer dini geleneklerle yarışır şekilde ona sayısız mucizeler atfetmiştir.

Kuran’ın bazı ayetleri (17:1,53:5-18,81:19-24) Peygamber’in benliğinin genişleyip tokyekün gerçeklikle birleştiği, bir seri ruhani deneyimden bahseder. İslam geleneği, bütün bunları önemli bir deneyimde, Peygamber’in göğe yükselmesi tecrübesinde birleştirmiştir ki; büyük ihtimalle bu,İsa’nın göğe yükselişine olan Hıristiyan inancı ile rekabetten dolayıdır. İslam geleneği ayrıca, Peygamber’in ümmiliğinde ısrar eder; böylece vahyin saflığını ve özel oluşunu kuvvetlendirmeyi amaçlar. Onun okuma-yazma bildiğini ispatlayacak ya da bunu çürütebilecek dolaysız bir delil mevcut olmasa da, bir tüccar olması ve ilk eşinin işlerini yürütmesi bize onun okur-yazar olduğuna dair dolaylı da olsa bir delil vermektedir. Kesin olan şudur ki, Yahudi ve Hıristiyanların kutsal kitapları ile doğrudan bir tanışıklığı olmamıştır.

(s.49)

Çok eşlilik konusuna gelince, Kuran (sınırsız) eş sayısını dört ile sınırlamıştır. Bu konudaki herkesçe bilinen ayet dördüncü surenin ikinci ayetidir. Öyle görünüyor ki, siyak ve sibakından (bağlamından) da anlaşılacağı gibi Kuran’ın niyeti dört evliliğe kadar izni, vesayet altında olan yetimler için vermektir. Çünkü (4:2) ve (4:12) de Kuran vasileri, bu yetim kızların mallarını uygunsuzca harcamakla, erginliğe erdiklerinde mallarını onlara geri vermeye niyetsiz olmakla ve mallarını ele geçirmek için onlarla evlenmekle suçlamaktadır. Fakat bilmediğimiz sebeplerle çok eşlilik izni bu çerçevenin dışına çıkarılıp umumileştirilmiştir. 4:3 şöyle diyor:

‘’Eğer bu yetimler (kızlar)in malları hususunda sahtekar durumuna düşmekten korkarsanız, onlardan biri, ikisi, üçü ya da dördü ile evlenebilirsiniz: ama eğer (eşler arasında) adil davranamamaktan endişe ederseniz, o zaman yalnızca bir tanesiyle evlenin.’’

Aynı surenin yüz yirmi dokuzuncu ayeti de açıkça belirtiyor ki,’’Ne kadar arzu ederseniz edin eşler arasında asla adaleti sağlayamazsınız.’’(4:129). Bu sebeple, dört eşe kadar evlenme izninin kanunlaşması ne metinle, ne de Kuran’ın ruhu ile uyuşur görünmektedir. Bu sebeple çoğu İslam ülkelerindeki günümüz ıslahatçıları ikinci evliliği muayyen hususi şartlara bağlayıcı –mesela,ilk eşin kısır yada yatalak olması gibi- kanunlar yürürlüğe koymuşlardır. Tunus ise, çok evliliği tamamen yasaklamıştır.

(s.55-56)


Hazırlayan: Emre Koç

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder