18 Aralık 2018 Salı

Güzeli Kurtarmak \ Byung-Chul Han




Byung – Chul Han, Güzeli Kurtarmak, Çeviren: Kadir Filiz, İnsan Yay., 2018


Bugün pürüzsüzü neden güzel buluyoruz? Estetik etkisinin ötesinde bu durum toplumsal bir buyruğu yansıtmaktadır. Pürüzsüzü güzel bulmamız günümüzün pozitif toplumunu vücuda getirmektedir. Pürüzsüz olan yaralamaz. Ne de direnç gösterir. Beklediği Likedır (Beğen). Pürüzsüz nesne zıddını iptal eder. Her negatiflik def edilir. (s.3)

Pürüzsüz anlamın, fikir inceliğinin bağlanamadığı şey sadece memnun edici duygu verir. Bir ‘’Wow’’ ile biter. (s.5)

Görme hissi mesafeyi muhafaza ederken dokunma hissi bunu iptal eder. Mesafe olmadan gizem olmaz. Gizemin bozulması her şeyi eğlenilebilir ve tüketilebilir kılar. Dokunma hissi ötekinin negatifliğine zarar verir. Dokunduğu şeyi sekülerleştirir. İşte bu yüzden pürüzsüz dokunmatik ekran gizemin bozulmasının ve tüm tüketimin mekânıdır. Neyi beğendiysen onu ortaya çıkarır. (s.6-7)

Günümüzde güzelin içinden her negatifliğin, her tür yanılsamanın ve yaranın alınmasıyla güzel pürüzsüzleştirilmiştir. Güzel olan Beni beğen’de tükenmiştir. Estetikleştirme, estetik kılmamaya dönmüştür. Pürüzsüz algıyı teskin etmektedir. (…) Bugün imkânsız olan güzelin tecrübesidir. (s.8-9)

Günümüzde sadece güzel değil, çirkin de pürüzsüz hâle getirildi. Çirkin de şeytani, tekinsiz veya dehşetli olanın negatifliğini kaybetti ve tüketim-eğlence kalıpları için pürüzsüzleştirildi. (…) Çirkinliğin sürreal politikası provokasyon ve özgürleşmeydi. Bu hareket algının geleneksel kalıplarından radikal bir biçimde kopmuştur. (s.9)

Günümüzde eğlence endüstrisi çirkin, iğrenç olanı istismar etmektedir. Tüketilebilir hâle getirmektedir. İğrenme aslında ‘’bir istisna hâlidir, asimile olmayan ötekiliğe karşı kendi kendini ortaya koymanın ağır bir krizidir, lafzen olmak veya olmamaya dair bir kasılma veya mücadeledir.’’ (s.10)

Yüzün yakın çekiminde bütün arkaplan bulanıklaşmaktadır. Dünyanın kaybına sevk etmektedir. Yakın çekimin estetiği bir toplumu yansıtmaktadır ki bu toplumun kendisi bir yakın çekim toplumu olmuştur. Yüzün kendisi bir yakın çekim toplumu olmuştur. Yüzün kendisi yakalanmış gözükür ve kendi kendisine refere eder. Artık dünyayı içermez, yani artık ifade edici değildir. Selfie işte tam da bu boşluktur, ifadesiz yüzdür. Selfie bağımlılığı ‘’Ben’in iç boşluğuna işaret eder. ‘’Ben’’ günümüzde kendisini tanımlayabileceği, ona sağlam bir kimlik verebilecek ifade biçimlerinden çok yoksundur. Günümüzde sabit kalan bir şey yoktur. Bu istikrarsızlık ‘’Ben’i de etkilemiştir ve sabitliğinden etmiştir, onu eminsiz kılmıştır. Bu güvensizlik, kendi etrafındaki korku Selfie bağımlılığına itmektedir ve hiçbir zaman rahat vermeyecek olan ‘’Ben’’in başıboşluğuna götürmektedir. İç boşluğunun karşısında bu Selfie öznesi beyhude yere kendisini üretmeyi denemektedir. Selfie benliğin boş biçimidir. Boşluğu üretir. Ne narsist kendi kendine delice bağlanma ne de kibir Selfie bağımlılığını çıkaran şeydir; fakat iç boşluk bunu üretir. Burada sabit, kendi kendisini seven narsist bir ‘’Ben’’ yoktur. Daha ziyade bir negatif narsizm söz konudur. (s.14)

Dijital güzel, özdeş olmamaklığın her türlü negatifliğini defeder. Sadece tüketilebilir, kullanılabilir farklara izin verir. Başkalık, yerini çeşitliliğe bırakır. Dijitalleşmiş dünya insanın adeta kendi ağtabakalarıyla (retina) ördüğü bir dünyadır. Bu insanca bağlanmış dünya, (narsist) kalıcı bir öz bakışa sevk eder. (s.28)

Güzel saklıdır. Gizleme güzellik için aslidir. Şeffaflık, güzellik ile anlaşamaz. Şeffaf güzellik bir oksimorondur, zıtların bileşimidir. (s.29)

Güzel, görünmekten tereddüt eder. (s.30)

Örtme güzellik için aslidir. Bundan dolayı güzel elbisesini veya örtüsünü çıkaramaz. Örtüsünün açılamaması güzelin özündendir. (s.31)

(…) empatik anlamda görme her zaman başkayı görmektir, buna tecrübe denir.  Kişi kendisini yaralanmaya maruz bırakmadan başkasını göremez. Görmek incinebilir olmayı gerektirir. Diğer türlü, hep aynı şeyler tekrar eder. Duygululuk incinebilirliktir. Yaralanmaya görmenin hakikat ânı denilebilir. Yaralanma olmadan hakikat yoktur; doğruyu almak, yani algılama da yoktur. (s.36)
Güzel görünüş kırılgan ve tehdit altındadır. Kendisinin ötekisi tarafından, çirkin tarafından ‘’sürekli rahatsız edilir.’’ (…) Güzel ve çirkin arasındaki ilişki çelişkili ve ikirciklidir. Güzel çirkini basitçe reddetmez. Onun itibarını lekelemez. Daha ziyade, biçimlendiren tin donuk bir ışığa dönüşmemek için biçimsize, yani düşmanına ihtiyaç duyar. Biçimlendirici rasyonalite, kendisini biçimsiz ve çirkin olana bağlayan mimesise dayanır. Tin, ‘’yenilgiye uğramanın mimetik özlemine’’ sahiptir ve bu da çirkinden başka bir şey değildir. (s.46-47)

(…) artık bu çağda, yaşamak için fazla ölüyüz ve ölmek için de fazla diriyiz. (s.48)

Dayanıklılık ve devamlılık tüketim için elverişli değildir. Tüketim ve süre birbirlerini dışlar. Modanın geçiciliği ve süreksizliği tüketimi hızlandırır. Dolayısıyla tüketim kültürü süreyi yeniden üretir. Karakter ve tüketim birbirlerine zıttırlar. İdeal müşteri, karakteri olmayan bir insandır. Bu karaktersizlik gelişi güzel tüketimi mümkün kılar. (s.52)

Dijital aracılar, hiçbir sağlam çizgi ve işaretin kazınamayacağı karakteri olmayan denize benzer. Dijital denizin üzerinde kale, eşik, duvar, mezar, sınır taşı yükselmez. Dayanıklı karakterler güç bela ağ kurabilirler. Bağlantı veya iletişime yatkın değillerdir. Ağ kurma, küreselleşme ve iletişim çağında sağlam bir karakter sadece engel ve zarardır. Dijital düzen yeni bir ideali kutlar: karakteri olmayan insan, karaktersiz pürüzsüzlük. (s.53)

Çağımızda güzelin politikası mümkün değildir; çünkü günümüzün politiği tamamen sistematik kısıtlamalara tâbidir. (s.63)

Güzel istemedir, ilgidir, hatta zamanın geçmesini sağlayan çabadır. İradenin geri çekildiği ve kendiliğin geri alındığı güzelin içine düşünce dolu bir şekilde batmak, zamanın adeta sakin, durağan kaldığı bir hâl yaratır. İstemenin ve ilginin yokluğu zamanı sakin bırakır, hatta zamanı sakinleştirir. Bu sakinlik estetik görüyü, salt hissi algıdan ayırır. Güzelin karşısında bakış kendisine gelir. Artık uzaklaşmaz, alıp götürmez. Bu kendine varış güzel için asli bir şeydir. (s.72)

Günümüzde güzelin krizi, güzelin kendi mevcudiyetine, kullanım ve tüketim değerine indirgenmesinden kaynaklanmaktadır. Tüketim, ötekini yok eder. Sanatın güzeli tüketime karşı direniştir. (s.72)

Güzellik bir gecikmedir, geç gelendir. Güzel bir ânlık parlama değildir, gün batımındaki kızıllık gibi gün sonunda ortaya çıkan sakin bir aydınlıktır. Bu çekingenlik onun asaletindendir. (s.80)

Sadakat ve bağlayıcı olan birbirlerini koşullar ve bağlar. Bağlayıcılık, sadakati talep eder. Sadakat de bağlayıcılığı varsayar. Sadakat koşulsuzdur. Burada sadakatin metafiziği, hatta aşkınlığı vardır. Günlük hayatın artarak estetikleşmesi, bağlayıcı olanın tecrübesi olarak güzelin tecrübesini imkânsız kılmaktadır. Bu estetikleşme sadece objelerin yüzeysel beğenisini üretmektedir. (…) Bugün güzelin pürüzsüzleşerek beğeni, like objelerine, keyfi ve rahatlatıcı şeylere dönüşmesi sonucunda güzelin krizi ile karşı karşıyayız. Güzeli kurtarmak bağlayıcı olanı kurtarmaktır. (s.87)

Hazırlayan : Seda Midi

5 Mart 2018 Pazartesi

İnsanın Anlam Arayışı \ Kemal Sayar (Konferans Notları)



~Hayatta herşey zıddıyla veya zevciyle kaimdir. (Varlık ezdad ve ezvac arasındaki gerilimle berdevamdır.)

~Mutluluk mu anlam mı istersiniz? (Ya da filme atıfla şöyle soralım; Buğday mı nefes mi)

~Mutluluk uğruna çile, ıstırap çekmek, gözyaşı alınteri dökmek lazım

~Kitle manipülasyon araçları ile insanlar güdülüyor, tüketmenin mutlu edeceğine inandırmaya çalışılıyor, sürekli ihtiyacı olduğuna inandırılıyor.

~Homo consumens, insanın arzularının hızlı bir şekilde tatmin bulması, mutluluk hazların toplamından ibarettir, 'ne kadar çok haz varsa o kadar mutluyuzdur' empoze ediliyor.

~İnsanlar ancak pahalı hediyeler alarak diğer insanı mutlu edebileceğini sanıyor

~Hayatın maddi değerine bakılıyor böylece insanlar daha çok iş hayatına dönüyor

~anlamdan muaf sadece anlık hazlarla yaşayan insanlar haline geliyoruz

~İnsanı sığlaştırıyor modern teknoloji
(Aslında efendisi kılındığı şeyin kölesi olmuşsa onu o makama getirene saygısızlıktır)

~İnsanlar hikayelerini paylaşmak ister, kendisini diğer insanın aynasında görmek ister. (el mü'minu mir'atül mumin: mümin müminin aynasıdır)

~Şehirler büyüdükçe emniyet hissi azalır

~"İnsanat bahçesi" şehirlere hayvanların tıkılması gibi tıkıldık ve birbirimize karşı tavırlarımız değişti

~Şehir hayatında her birimiz ötekinin rakibi haline geliyoruz.

~ sadece hayvanat bahçesindeki zebralar ülser oluyor yani fıtrata aykırı olan her şey hastalık yaratır

(İstemeden yaptığın her şey hastalık yapar)

~Modern teknoloji bizi birbirimizden uzaklaştırıyor, yalıtıyor.

~Arkadaşlık fedakarlığı gerektirir sosyal medya üzerinden kurulan arkadaşlıklar sınanmamış bir arkadaşlıktır.

~Günümüz arkadaşlıkları çok kolay kurulabildiğinden çok kolay bozuluyor.

~ modern dünya İnsanı anlam üretme çabasından alıkoyuyor.

~Her insan kendini hikaye eder hikayelerimiz olmazsa kendimizi tanıyamayız, zaman içinde değişiyoruz aynı ben' ler değiliz yaşadığımız tecrübeler bizi değiştiriyor

~Anlam için bir arada oluşa ihtiyacımız var

~Logo terapi, insanın temel meselesi hayatını niçin yaşadığını bulmaktır. (viktor frankl'a atıfla)

~Hayatın niçinine cevap bulan kişi nasılına haydi haydi cevap bulur

~Niçin dünyadayım? (Tanrı benimle ne kastetmiş olabilir)

~Bana seni öldürmemem için ne söylersin?

~ben şunun için bu acıları çektim diyebilen dayanabilir

~Ben bu zorluğu şunun için yaşadım diyorsan anlam kazanarak çıkabilirsin belalardan ve daha da güçlenerek

~Acıyı bal eylemek bunları niçin yaşadığımızı bilerek olur

~Başıma gelen şey bana ne öğretti

~"Acılar geldi kederler geldi bunlar misafirdir sana ötelerden bir bağış olarak geldi" Mevlana

~hayata gaybi kuvvetlerin tesiri yansıtabildiğimiz zaman anlamlanıyor. (Gayba iman)

~Hayat tasavvurumuzda gaybi olanın etkisi giderek azalıyor modern batı kültürü tamamen hayattan kovuyor sadece gerçekliğin gözümüze görünen olduğunu söylüyor, hayata metafizik ilkeler olmadan baktığımızda anlamsızlaşıyor

~Bela ve mihnetin de ötelerden gönderilen ikram olduğunu bilmeli

~Elimize geçen her fırsatla kendimizi uyuşturuyoruz (varlık sancısı çekmememiz için bizi uyuşturuyorlar)

~Bir şeye aşkla odaklanmamızı engelliyor nefs eğitimine önem vermek gerekir.

~İnsani olan, kadim olan, insan olmanın özü olan şeyleri kaybetmemiz lazım, bin yıl önce insanı mutlu eden şey beni de mutlu etmeli

~Yabancılaşma insanın insana tabiata Yabancılaşması, insanın Allah a yabancılaşması

~kaçınız Allah la konuşuyorsunuz, gaybi kuvvetlerin etkisinin azalması

~Günah artık kendimize karşı işlediğimiz suç haline geliyor

~Yeterince bakım,ihtimam alamadığımız zaman mutluluğu sahte şeylerde arıyoruz

~İçimizde yaşanmadan bekleyen bir hayatın suçunu duyarız

~Değerlerimiz doğrultusunda yaşamazsak içi boş bir hayat yaşarız

~Refah toplumları daha mutlu değil; intihar, depresyon, suç oranları yüksek

~Neden daha mutsuzlar çünkü hayatı anlamlı bir şekilde yaşatan mekanizmalar mevcut değil

~Sizi aşan bir ülkü mefkure uğruna yaşamak

~Anlam, benim ötemde beni aşan zaman ötesi bir şeydir

~Kişisel benliklerimizin fevkinde başka insanların hayatlarını iyileştirmek daha güzel merhamete dayalı bir toplum inşa etmeye çalışmak

~yardımsever iyilik sever olmak bir başkasına hizmet etme duygusuyla yaşamak insanın küçük egosunu aşan şeylerdir

Eric from, sevgi almaktan çok vermektir der

~verebilen insan seven insandır

~haklar kadar keşke sorumluluklarımızı da konuşsak ben dünyaya borçluyum

~Narsist insan sadece kendini düşünen,kendi mutluğunu düşünen empati yapmayan, bir başkasını anlayamayan insandır

~Organik hayattan giderek uzaklaşıyoruz

~Göz kontağı azalıyor

~Yeterince ihtimam görmemiş çocuklar aşağılık duygusu ile büyüdüğünden ego patlaması ile telafi ediyor ileri yaşlarda

~Empati fakiri;

Bir başkasını anlamak konusunda fakirleşmek

~Herkesin sadece kendisi için yaşadığını düşünmesi

~bir başkasının mağlubiyeti, senin zaferin oluyorsa bu felakettir

~çocuklarımıza mazlum olacağınıza zalim olun dediğimiz için bu haldeyiz

~kendi nefsimizi küçültmemiz lazım

~Başka insanlara faydalı

~Yatay düzlemde dikey düzlemde

~Ancak onu bir başkasına verirseniz size mükafat olarak dönüyor sizi buluyor, vermekten hayırdan geri durmayalım

~Paylaşabilmek bu dünyada anlam üretebilmemizi sağlıyor

~İnsan anlam üreten ve anlam peşinde koşan bir varlıktır

~Mutluluk; mutluluk ben bir ineğin mutluluğundansa insanın huzursuzluğunu tercih ederim

~İnsanın seçimleri, biraz da kararlarının arkasında durmak

~Yitip gitmeyecek ezeli değerlerin peşinde koşmalı

~Hayal kırıklığı öğretmenlerden birisi

~başka birinin Hikayesinin o ana kadar görülmemiş taraflarını görmesini sağlayabilirsiniz

~Oldum demek öldüm demektir (tekamülün sonu yok)

~İş sadece kainata yepyeni imkanlarla bakabilmekte.

~Mutluluk hazların olması acıların olmaması değil, anlamı olan demektir

~Acının çemberinden geçerek mutluluğu bulmak

~Ego sistemden ekosisteme geçmeli, tevazu devrimi yapmamız lazım

~Erdem kendimizi sınırlayabilmemizdir

~kendimizden feragat edebildiğimiz zaman iyi insan oluyoruz

~ İnsan sınırsız bir iştahla istiyor

~kötü örnekleri gösteren programlar ahlaki çöküntüyü öğretiyor, etrafımızdaki toksit insanları ayıklamamız lazım

~Ben tarikatından kurtulmamız lazım kendimizi tavaf eden hacı olmaktan çıkmamız lazım

~Yeryüzündeki her türlü inilti duyulmayı bekler

~sorumluluk hissediyorum o halde varım



Haz. Tuğba Yılmaz

27 Şubat 2018 Salı

De Providentia (Tanrısal Öngörü) \ Seneca



“Senin zavallı olduğunu düşünüyorum, çünkü hiç bir zaman zavallı olmadın. Yaşamını rakibin olmaksızın geçirdin; ne yapabileceğini kimse bilmeyecek, kendin bile...”

İ.Ö. 4 yılında Kurtuba’da dünyaya gelen Lucius Annaeus Seneca Roma’ya getirilir ve iyi bir felsefe eğitimi alır. Stoacı anlayışı benimseyen Seneca şarap içmeyi, güzel kokuları, yumuşak yataklarda uyumayı terkedip dervişane bir yaşamı tercih eder. Dönemin imparatoru felsefeden hiç hoşlanmamaktadır, gençlerin ve halkın Seneca’nın düşüncelerinden etkilendiğini görünce İmparator çareyi Seneca’yı sürgün etmekte bulur.

Roma’ya tekrar döndüğünde bir süre avukatlık yapan Seneca yıllar sonra tekrar sürgün edilecek ancak imparatoriçe Agrippina zamanında geri çağrılacaktır. Bu dönemden sonra yönetimde hak sahibi ve büyük bir servetinde maliki olur. Felsefi düşüncelerine uymadığı için bütün bu görkemli yaşamı reddeder. Ancak adı imparator suikastine karışınca, imparator kendisini öldürmesini emreder. İS 65 yılında damarlarını keserek intihar eder.

“Hiç kimse bilgeliği öğrenmedikçe mutlu bir yaşam süremez” diyen Seneca “Tanrısal Öngörü” kitabında "iyi insan neden kötülüklerle karşılaşır" sorusuna yanıt arar. Tanrı, kader, ölüm, intihar üzerinde düşündüğü konular arasındadır. “Ruhun iyisini ruh bulabilir” savı, ruh akıldan daha iyi temyiz gücüne sahiptir düşüncesine çıkarır yolumuzu.

Eserin girişinde bu muazzam kainatın bir yaratıcısı olduğunu örneklerle açıklar ve rastlantıya yer olmadığını vurgular. Devamında doğanın, iyilerin iyilere zarar vermesine asla izin vermeyeceğini söyler; “çünkü iyi insanlar ile tanrı arasında erdemin yarattığı bir dostluk vardır. Dostluk mu diyorum hayır daha çok bir akrabalık ve benzerlik demeliyim, çünkü iyi insan tanrının öğrencisi, taklitçisi olduğu için ondan sadece zaman bakımından farklıdır.”

İyi insanların kötülüklerle karşılaşmasına tanrının izin vermesini baba otoritesine benzetir. “Muhteşem baba (tanrı) tıpkı sert babalar gibi iyi insana diğerlerinden daha katı bir eğitim verir. O halde tanrılar tarafından kabul gören iyi insanların sıkıntı çektiğine, ter akıttığına şahit olduğunda onu kendisine hazırladığını bil.”

“İyi insanlara karşı sevgi dolu olan ve onların çok iyi, mükemmel olmalarını isteyen tanrının, onlara mücadele edecekleri bir yazgı bahşetmesine şaşırır mısın? İnanın ki tanrılar zaman zaman cesur insanların bir felaketle güreş tuttuklarını seyretmek isteyebilir. İşte size kendi eserinin üstüne titreyen tanrının seyredebileceği soylu bir gösteri, işte tanrıya yaraşır bir rakip: kötü yazgısıyla yüz yüze gelmiş bir insan, hele bir de ona meydan okuyabilmişse!”

İnsanın aslında bu denli güçlü olabileceğine vurgu yapan Seneca’nın karşısında buna zıt bir söylemi olan Nef'i’yi hatırlasak kafamız çok mu karışır:
“Tûtî mucize guyem ne söylesem laf değil,
çarh ile söyleşemem âyinesi saf değil”
Nef'i; evet ben mucizeler söyleyen bir papağanım öyle boş laflar etmem ama felek (talih, kader) ile aşık atamam onun içi dışı bir değil neler yapacağını bilemiyorum, derken insanın yazgı karşısında güçsüz olduğunu çok da ona kafa tutalamayacağını mı söylemek istedi acaba!

“Başına bir felaket gelmemiş insandan daha şanssızı yoktur” diyen Demetriusu, Seneca onaylar “çünkü böyle bir adama hiçbir zaman kendini deneme fırsatı tanınmamıştır. Bu adam hiçbir zaman kaderine karşı zafer kazanacak değerde görülmemiştir. Nasıl ki dövüş meydanında yiğit adam kendine eş bir rakip ararsa kader de kendisine rakip olarak en cesur insanları arayıp bulur, en inatçısına, en dürüstüne saldırır.”

Buradan sonraki bölümde başına felaketler gelmiş önemli şahsiyetlerin (Mucius ateşle sınanmıştır, Fabricius yoksullukla, Sokrates zehirle, Cato ise ölümle) hayatlarını, refah içinde yaşayanların hayatlarıyla karşılaştırır ve örnek alınacak büyük insanların yaşadığı kötü kaderle keşfedilebileceğini söyler. Erdemli davranmak uğruna zorluklara göğüs germenin insanı dirilten bir yanı vardır, belki de en güzel tesellisi bu olur insanın.

“Devletin nezareti altında karılıp hazırlanan o zehri, adeta ölümsüzlük iksiri gibi bir dikişte içen Sokrates’e kötü davranıldığını mı düşünüyorsun? Halbuki o bu zehri keyifle ve seve seve içmiştir. Bana göre tanrı mümkün olan en yüksek onura ulaşmasını istediği insanlara ne zaman yiğitçe ve cesurca bir iş yapma olanağı tanısa ve bu iş için yaşamlarında biraz zorluk çekmek zorunda bıraksa onlardan lütfunu da esirgemez”

Seneca insanın onurlu bir hayata sıkıntılar karşısında verdiği cevaplarla erişebileceğini savunur. Yoksullukla karşılaşmamış bir insanın ona nasıl tepki vereceğini bilemeyiz, der, ya da rezalete, kötü şöhrete, terk edilmeye ne ölçüde dayanıklısın! “Seni başkalarını teselli ederken dinledim, ama kendi kendini teselli etmiş ve kendine kederlenmeyi yasaklamış olsaydın ancak o zaman dikkatimi çekerdin”

“Aşırılıktan kaçının, takatinizi kesen mutluluktan kaçının; ruh bunlarla pelteleşir ve kendisine insani durumunu hatırlatan bir olay olmadıkça da (ölüm gibi) adeta sonsuz bir sarhoşluk içinde öylece uyuşup kalır. Tanrı soylu ruhları sert biçimde sınıyorsa bunda şaşılacak ne var. Erdemin kanıtı asla kolay olmaz. Tarih bizi kamçılar ve vurarak ezer, dayanalım. Bu vahşet değil mücadeledir. Bu mücadeleyle ne kadar sık karşılaşırsak o kadar cesur oluruz. Ruh kötülüklere göğüs gererek sonunda onlara göğüs germeyi bile küçümser”

Fe-te-ne arapça; saptırmak, ayırmak, denemek, sınamak, aklını başından almak, tutulmak (meftun olmak) gibi anlamlara gelir. Birçok ayette denemek, sınamak, saptırmak anlamında kullanılsa da bir şeyi başka bir şeyden ayrıştırmak anlamını da akılda tutmak gerekir. Nitekim araplar “fetentu’z-zeheb bi’n-nar” derler, altının ortaya çıkması, diğer metal parçalarından arınması ve saf hale gelmesi için "onu ateşte erittim" anlamında yine fe-te-ne fiilini kullanırlar. Denenmek, sınanmak, saptırmak, aynı zamanda da aşık olmak, büyülenmek gibi iki zıt gibi görünen anlamın bir kelimede buluşması sanki Seneca’yı destekler nitelikte, aşk gibi üstün bir duyguya eza, cefa çekmeden ermek ne mümkün diyor.
Halil Cibran ise bunu şu vecizeyle ifade ediyor: “büyük bir acı ya da büyük bir sevinç olmadan içindeki gerçek ortaya çıkmaz. Eğer kendi gerçeğin açığa çıksın istiyorsan, ya güneşin altında çıplak dans etmeli ya da kendi çarmıhını taşımalısın”

Son bölümde ise tanrı insanlara şöyle der: “Sizi kötülüklerden alıkoymadığım için zihinlerinizi her şeye karşı silahlandırdım, cesurca dayanın. Bu özelliğinizle tanrıdan üstün olursunuz, çünkü tanrı kötülüklere katlanmanın ötesindedir siz ise üstünde.  Siz istemedikçe hiçbir şeyin sizi ele geçirmemesine özen gösterdim, çıkış yolu açıktır. Dövüşmek istemiyorsanız kaçıp gidebilirsiniz. Sizin için zorunlu olmasını istediğim olaylar içinde bir tek ölümü kolay kıldım. Ruhunuzu bir bayıra yerleştirdim; aşağıya çekilirken sadece dikkat edin, özgürlüğe giden yolun ne kadar kısa ne kadar kolay olduğunu göreceksiniz. Yaşam soluğu derinlerde gizlenmez, bıçakla oyup çıkarmanıza gerek yok onu, ölüm hemen avucunuza geliverir. Son vuruş için kesin bir yer belirlemedim gövdelerde, nereye isterseniz vurun, yol açıktır. Ölmek dediğimiz olay ruhun bedenden ayrılmasıdır, o kadar kısadır ki hızını hissetmezsin bile, nasıl gelirse gelir ölüm ama hızla gelir. Utançtan yüzünüz kızarmıyor mu? Bu kadar çabuk olan bir olaydan onca zamandır korkuyorsunuz.”

Haz. Leyla Benek

5 Şubat 2018 Pazartesi

Kalbin Aklı \ Savaş Ş. Barkçin



İnsan Yayınları, İstanbul – Aralık 2016

"Sen" diyen gizlice "ben" demektedir. Benlikten geçip senliğe yükselen karanlık dereceler arasında sefer etmektedir. (s.13)

Ellerimizi kalplerimize getirdiğimiz anda çığlık çığlığa tarihin sesini duyarız: Bu bir imdattan öte, bir sekerat ânı pişmanlığı gibidir. (s.16)

Taşlıkları serin, suyunun boğazımızdan önce gözlerimizde çağladığı bir medeniyetin haneleri, ne hazin ki cehaletten evvel kendi hıyanetimizin saldırısı ile harap oldu. Zikir, necis ağızlardan kaçtı Rehavet, ölümcül beden kafesine sindi. İdare-i maslahat siyaset oldu. Kolay ama murdar kazanç iktisat oldu. (s.16)

Medeniyetin yıkımı önce zihinlerde başladı. Bu sebeple, evvela, yeni bir medeniyet için zihinlerin imarı ve zihni kirliliğin önlenmesi şart. (s.16)

Zaman, minare inceliğinde hassaslık gerektiren kalplere, hareketin mihrabını yerleştirmek zamanıdır. (s.17)

Modernleşmeci akımlar, Batı’nın geliştirdiği modern bilim ve teknoloji söylemini dindeki "akıl", "tefekkür", "çaba" gibi kavramlarla eşdeğer tutup, medeniyet birikimimizin artık geçerli olmadığını iddia ediyorlar. Yapılması gereken, dini, modern Batı anlayışına uygun hale getirmektir. Niyet budur, kullanılan terane "günümüz gerçeklerini dinle uyuşturmak"tır. Onlar, Batı Medeniyeti’nin akıl ve bilim üzerinde yükseldiğini söyleyerek, tasavvuf, maneviyat ve devlet geleneklerini toptan reddetme eğilimindeler. (s.20)

Açık ki, asıl mesele "güç" değil, "kişiliktir". Bunun için de artık kendimize dönmeliyiz. Kendimize önem vermeliyiz, çabamızı artırmalıyız. Yaptıklarımızı özgün kılmalıyız. Yoksa sürekli karşısında zayıf kaldığımızı düşündüğümüz Batı heyûlasının gücüne güç katmaya devam ederiz. Yeni uygarlık, bu kişiliğimize tekrar kavuşup, kendimizi yenileyerek mümkün olacak. Bu yenilenme sadece bizim değil, bütün dünyanın ihtiyaç duyduğu en büyük iştir. (s.28)

İslamcılar dâhil artık Müslümanlar birbirine bitişik iki bataklık arasında bocalıyorlar: Gayretsizlik ve ümitsizlik. (s.33)

Müslümanların başarılı oldukça iftihar duydukları şey şimdi kapitalistleşmede eriştikleri düzey. Bir zamanlar birçok Müslüman akideye, ahlâka ve gayrete sahip olduklarını, bir tek maddi güçlerinin eksik olduğunu söylerler, hayıflanırlardı. Bugün o eksik kısmen giderildi: Dindarların da sermayeleri var ve bu sermaye bir kısmını güçlü kılıyor. Ama gelin görün ki bu kez hâlis niyetin, hasbî gayretin ve ulvî gâyenin yerinde yeller esiyor. (s.33)

Gerçek şu: Varlığın ve medeniyetin üç ayağı olan bilmenin, kılmanın ve olmanın üzerine yaslandığı ahlâk zemini olmadan; ne ahlâkî olan bir güç, ne de güçlü olan bir ahlâk elde edilebilir. (s.33)

Hep söylüyoruz, İslâm dünyası son 200 yıldır bir çıkmazın içinde. Bu sadece siyasî, ekonomik, kültürel, sosyal bir kriz değil. Asıl kriz kişilik, yani ahlâk krizi. Batı son 300 yıldır maddî gücünü artırırken asla ahlâklı davranmadı, ahlâkî olmak diye bir derdi hiç olmadı. Bugün de öyle. Çünkü Batı, bugün küfrün timsalidir. Küfür ise mutlak "ben" demektir. Mutlak bencillik demektir. Sadece "ben" diyen, nefsini ilahlaştıran başkasının canına, şerefine, hakkına-hukukuna, insanlığına bakmaz. Sadece kendi çıkarına, kendi varlığına, kendi zevkine bakar. (s.36)

Müslümanlar uzun süre hem Batı, hem de Batı’nın kurduğu düzenlerde büyük sıkıntı çektiler. Bir gazete, bir dergi, bir televizyon kuracak güçleri yoktu. Samimi dindarlardan toplanan mütevazi bağışlarla topluma hizmet etmeye çalıştılar. Fakat son 30 yılda dindarların maddî gücü çoğalmaya başladı. Gazeteleri de oldu, televizyonları da, şirketleri de, okulları da. Ama bu kez o samimiyet, muhabbet, safiyet kayboldu. (s.37)

Osmanlı elbette kendi kendine çökmedi. İngiltere ve Fransa onu yıkmak için tam 200 yıl çalıştı. 1918’deki sonu, tâ 1700’lerden başlayarak planladılar, adım adım uyguladılar. İngilizler ve Fransızlar Osmanlı ve İslâm memleketlerine seyyah, tüccar, bilgin, arkeolog, gazeteci kisveli adamlar gönderdiler. Bizim kuvvetlerimizin nerelerden geldiğini araştırdılar. Onun için Müslümanları önce tasavvuftan, sonra hadislerden, en sonunda da Kur’an’dan ayırmak için uğraştılar. Fakat Osmanlı sadece Avrupalılar’ın bu sistemli faaliyetleri yüzünden yıkılmadı. Osmanlı’nın kompleksleri, eksikleri, zaafları olmasaydı nasıl yıkabilirdi? (s.42)

Maalesef İslâm’ın bir ‘’hayat dini’’ olduğunun farkına varmıyoruz. Peki, bu şuur eksikliği nereden geliyor? İşin esası şu: 200 senedir kendimizde değiliz, kendimiz değiliz. Kendimizden şüphe duyuyoruz. 200 senedir kendimiz olmayı bir tarafa bıraktık, başkası olmaya çalışıyoruz. (s.45-46)

Kısacası bugün kul olmaktan, kendimiz olmaktan, medeniyetimizi ihyâ etmekten bahsediyorsak mutlaka doğruluk gibi güzelliği de üstün tutmalıyız. Hayatımızı, fikrimizi, işimizi, davranışımızı, sözümüzü, binalarımızı, kitaplarımızı, konuşmalarımızı doğru ve güzel kılmalıyız. Kendimize, çevremize, âlemler doğruluk ve güzellik yaymalıyız. Kalbimizi, zevkimizi, aklımızı hem selîm, hem cemîl yapmalıyız. (s.50)

Müslümanlar her gittikleri beldedeki ahalinin değerlerini muhafaza ederek, onların adet ve dinlerine saygı göstererek ilerledikleri halde, Batılılar keşfettikleri her kara parçasının üzerindeki, insan, hayvan, bitki, maden her şeyi talan ettiler. (s.59)

Osmanlı’nın son dönemi; yabancı fikirlerin işe yarayacak şekilde meşrulaştırılırken, kadim fikirlerin devreden çıkarılmasına şahitlik eden bir devirdir. Liberalizm bunun örneğidir. (s.62)

İyi iş, üç "iyi" nin eseridir: iyi niyet, iyi kabiliyet ve iyi gayret. Bu üçü bir araya gelince mükemmel eserler ortaya çıkar. En büyük eser ise "iyi" insan yetiştirmektir. O halde uygarlığımızı ihya etmek için ‘’iyi’’ insanın nasıl inşâ edileceğine dair düşünmek de gerekiyor. (s.67)

Ülkemizde tahsil yaygınlaştıkça kişilikli, geleneğine bağlı ve "yerli" özellikler azalmıştır. Bunda tahsilin kendisinin değil, elbette içeriğinin rolü vardır. Bunun arkasında ise özellikle muhafazakâr iktidarların eğitim ve kültürü bir keyfiyet değil, bir kemmiyet sorunu olarak görmesi yatar. Bir başka deyişle eğitime en fazla yatırım yapan muhafazakâr zihniyet, eğitimin içeriğine önem vermeyerek aslında kendi muhalefetini güçlendirmektedir. (s.68)

Başlıca İnsanî Sorunlarımız
Bilgisizlik
Bilinçsizlik
Kültürsüzlük
Aşağılık Kompleksi
Geleneksizlik
Nezâketsizlik
Eğitim Politikalarının Temel Eksiklikleri
Vizyon Eksikliği
Nitelik (keyfiyet) Eksikliği
Kaliteli Öğretmen Eksikliği (s.69-77)

İdeal insan inşâ etmenin yolu önce onu tarif etmektir. Dünya hayatımızda üç ana sorumluluğumuz ve işimiz var. Bilmek, kılmak, olmak.
Bilmek: Kendini bilen, mekânını bilen, zamanını bilen, dünyayı bilen bilgili, vakur, cevvâl bir insan.
Kılmak: Küçük işleri de önemli gören, kendi yaptığı işin ülke için önemli bir katkı olduğunun bilincinde, dünyanın her yerinde iş yapabilecek bilgi, kabiliyet ve özgüvende bir insan.
Olmak: Ahlâk sahibi, güler yüzlü, açık, alıcı ve terkîb edici, zihni, gönlü, vücudu sağlıklı bir insan. (…)
Bu üçü aşk olmadan olmaz. Çünkü aşk kişiye şevki veren, meşki yani eser vermeyi sağlayan sonsuz ve evrensel cevherdir. (s.79)

İnsan, düşüncesi, gönlü ve eylemi ile zamanı ve mekânı kaldıraç gibi kullanarak dünyaya nizam verir. Bu üç unsur birbirinden ayrılamaz. Dolayısıyla insanı inşâ eden, zamanı ve mekânı inşâ ediyor demektir. (s.80)

Geleceğin insanını inşâ etmek için, eğitim ve kültür politikaları şu üç bilinci oluşturmaya hizmet etmelidir:
İnsan Bilinci
Mekân Bilinci
Zaman Bilinci (s.80-83)

Eğitim sistemimizde kültürün yeri hemen hemen hiç yoktur. "Kültür eğitimi", Batı müziğinin ve resmin öğretilmesiyle sınırlıdır. Hatta bunlar da uygarlık bilinci olmadığı ve eğitim politikaları isabetli olmadığı için başarısızdır. (s.88)

Osmanlı medeniyetine ve tarihine olan ilginin artmasıyla beraber klasik sanatımız da yavaş yavaş bir araştırma alanı hâline gelmektedir. Fakat bu alanda çalışan üniversite bölümleri ve konservatuarların ne öğretim kadroları, ne müfredatları, ne de kaynak eserleri yeterli değildir. Konservatuarlarda hocaların ve yöneticilerin büyük bir kısmı klasik musikimizin, kendi kültürümüzün düşmanıdır. (s.89)

Geçmişini kaybetmiş, ne yaptığını, kim olduğunu bilmeyen bir adamı ruh doktoruna götürürler. Biz de son iki asırdır bu haldeyiz. Hâlimiz marazîdir. Daha da kötüsü bu marazı normal kabul edip, onunla yaşamaya alışmış durumdayız. Ne yaptığımızı hatırlar gibi olduğumuzda da, günümüzde başka bir işe yaramayacağımızı düşünüp kendi köşemize çekiliyoruz. (s.97)

Evet, iki asırdır yanlış bir soruyu soruyoruz: "Neden bu hale düştük?" Doğru soru ise şudur: "Kendimizden nasıl ayrı düştük?" Bize gâib olan, yani ötesine, uzağına, taşrasına, gurbetine düştüğümüz vatan, mekân, hâne nedir? (s.98)

İki asırdan beri hepimizin hissettiği ama açıkça söylemediği şey, "kendimiz"i kaybettiğimiz, "kendimiz"den gurbette olduğumuzdur. "Kendi" olmadığı yerde dünyanın, hayatın, işin, fikrin, ilmin, sanatın anlamını sadece başkaları belirler. Kendisizliktir asıl gaybubet. (s.99)

Çoğumuz coğrafyayı sınırlar olarak gördü. O yüzden İslâm dünyası denince bölünmüş, parçalanmış memleketler hayal etti. Oysa İslâm dünyası tekmil bu dünyadır. (s.102)

İslâm medeniyeti diğerlerinden farklıdır. Mekâna ve zamana bağlı değildir: Yeryüzünde iman etmiş bir kişi olsa bile, tek başına İslâm medeniyetini inşa etmiş demektir. Bütün medeniyet unsurları o bir imanlı kişinin cevherinden doğar. Kardeşlik ve kardeşini gözetmek de onu büyütür. (s.103)

Biz, kendimiz olamadığımız için, kardeşliği de savsakladık. Bizi birbirimize, sınırların, pazarların, partilerin, yolların değil, inancımızın bağladığını unuttuk. (s.104)

İnsanların düzenle ilgili zihni kurgularında üç temel tasavvur vardır. Birincisi, bizatihi gücü nasıl tanımladıkları ve onu nasıl meşrulaştırdıklarıyla ilgilidir. İkincisi, coğrafyayı, yani düzenin banisi olan devlet ile kendi buldukları yer arasındaki mekân algılamalarıdır. Son olarak da, dünyayı idare ettiğini düşündükleri devletin sahip olduğu değerler ve kendi değerlerine olan mukayeseli bakışları. (s.105)

(…) Kapitalizm deyin, emperyalizm deyin, ne derseniz deyin, Batı sisteminin temeli ahlâksızlıktır. Çünkü Tanrı’yı hakkıyla bilmeyenin hakka tabi olması ve hakkaniyetle davranması mümkün değildir. (s.111)

Batı felsefesi "insan, tabiatı itibariyle kötüdür" düsturuna dayanır. Bu, ahlâksızlığı meşrulaştıran en büyük sözdür. Buna inananın kötü olmaması, kötülüğü normal normal karşılamaması mümkün mü? Sosyalisti de böyledir, liberali de, bilmem nesi de (…) (s.112)

"Tıp ahlâkı", "iş ahlâkı", "siyaset ahlâkı", "çevre ahlâkı" diye sonsuz parçalara bölünen bir ahlâk, geçerli bir ahlâk olmaya devam edebilir mi? Bu, siyasette ayrı standart, işte ayrı, tıpta ayrı normlar demektir. Ve hepsinin de hedefi aynıdır: Yuttuğun müddetçe mesele yok. (s.112)

(…) Akıl ve kalp arasındaki dengeyi Mevlâmız Kur’ân’da bize gösteriyor. A’râf Sûresi’nin 179. Âyeti şöyle: "And olsun ki, cinlerden ve insanlardan birçoğunu cehennem için yarattık. Onların kalbleri vardır, fakat onunla gerçeği anlamazlar. Gözeleri vardır, fakat onlarla görmezler. Kulakları vardır, fakat onlarla işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibidirler. Hatta daha da aşağıdırlar. Bunlar da gâfillerin ta kendileridir." Burada dikkatimizi çeken ibare şudur: "Onların kalbleri vardır, fakat onunla gerçeği anlamazlar." Evet, Rabbimiz burada kalbin "anlaması"nı beyan buyuruyor. Bu bizim için şaşırtıcıdır. Çünkü biz hep akıl, beyin veya zihin ile algıladığımızı sanırız. Anlama, yani idrâk bize göre sadece akıl ile mümkün olan bir şeydir. Dolayısıyla akıl, beyin ve zihin ile ilgilidir. Kalp ise duygular ve hislerle ilgilidir. O halde ‘’kalp ile anlamak’’ bizim şu andaki kavrayışımızda karşılığı olmayan bir gerçek. Çünkü bize Batı usulünce öğretilen şey şudur: Akıl idrâk eder, kalp hisseder. Kalbin bir aklı, aklın da bir kalbi olabileceğini düşünemiyoruz. (s.116-117)

İlim her şeyi bilmek değil, bir şeyi nasıl bileceğini bilmektir, yani usuldür. (s.123)

Aslında hepimizin olgunlaşma yolu dört aşamadan oluşuyor: Sevgi, ilgi, bilgi, vergi… (s.132)

(…) Bizde "felsefe" yoktur, "tefekkür" vardır. Bunlar eş anlamlı kavramlar değildir. Zirâ, bizde düşüncenin de ahlâkî olması esastır. Yani düşüncenin de hakikate, yaradılışa, fıtrata bağlı olması gerekir. (s.147)

Eğer tefekkür gönül ile, yani imân ile ilgisini koparırsa ona "felsefe" deriz. (s.155)

Bence kadim ilkeleri bugünün sorunlarına uygulamada, yani medeniyeti inşâda dört aşama var: Tesbit, tahlil, temessül, terkib (s.183-184)

Her kelime bir âlemdir, yani bir şiardır. Her kelime aynı zamanda bir âlemdir, yani bir dünyadır. Onlara karşı istisnasız, şuursuz, dikkatsiz olmak bunun için bir kayıptır. Dil, din demektir. Çünkü din kelimeler ile nakledilen vahye ve sünnete dayanır. Dil aynı zamanda düşünce demektir. Çünkü kişinin düşünmesi bildiği isimlerle, kavramlarla, kelimelerle olur. Bu nedenle dili bozuk olanın dini de, düşüncesi de bozuk olur. Dilimize giren zihnimize, zihnimize giren hayatımıza girmiştir. Kendi kelimeleri olmayanın kendi kavramları ve anlamları olamaz. (s.234)

"Mekân" kelimesi ile "imkân" ve "temkîn" kelimesi aynı kökten gelir. Demek ki temkin, bir şeyi kendi mekânına kavuşturmak demektir. Yani yerini bilen, yolunu da bilir. (s.235)

Tavırsızlık aynı zamanda tarzsızlık anlamına gelir. Kendine has düşünme, eyleme ve bilme tarzı olmayan bir toplumun kendine has tavrı olması da mümkün değil. Tefekkürümüzü eylem, tavrımızı da tarz ile bütünlediğimizde yeni ve özgün bir medeniyet ortaya koyabiliriz. (s.253)

Bir kere felsefe ve tefekkür aynı şey değildir. Modern anlamda felsefe, "philo-sophia" kelime kökeninde taşıdığı "hikmet sevgisi" anlamından tamamen uzaktır. Hikmet, hakikat odaklı, eşyanın ve olayların künhüne nüfuz eden tefekkür demektir. Yani hikmet aşkınlıkla ilgilidir. Belli bir hakikate bağlanmayan bir düşünce, sınırları hesapçı akıl tarafından çizilmiş bir alanda düşünüyor demektir. (s.256)

İslâm’da felsefe yoktur, olamaz. Çünkü felsefe, bilmek-kılmak-olmak üçlemesini, yani varoluşu ahlâk hâline getiren tutarlılığı bir silsile hâlinde ne mümkün, ne de mecbur kılar. (s.264)

(…) Ama bir de "İslâm felsefesi Osmanlı’da bitmiştir" diyerek sömürgeci Oryantalizmin tuzağına düşmüş kimseler vardır. Halbuki, onların kastettiğinin tam aksine Osmanlı, tefekkürü medeniyetinin esâsı yapmıştır. (s.264)

Orada filozof şu veya bu şekilde söyleme muhtariyeti olan, ancak tecrid edilmiş kişidir. Bizde ise mürşid, ârif, âlim, sultan, tebâ hepsi aynı ahlâk denizi içinde yüzen varlıklardır. (s.268)

Şiir de bir edeb yoludur. Söylem ile eylem, varlık ile gölgesi, öz ile söz, tefekkür ile tezekkür, san’at ile mânâ içiçe olmalıdır. Hepsini kuşatan ve onlara asıl değer ve renklerini veren bizâtihi bu çabalar değil, ahlâktır. (s.283)

(…) Tasavvufu yanlış anlayanlar, aklı kötüleyince kalbi yücelttiklerini sanıyorlar. İnsanın sadece akıldan ibaret olduğunu sananlar ise aklı yücelttiklerini sanıyorlar. Oysa kalp ve akıl iki büyük nimettir. Kalp ve akıl aslında birbirine sıkı sıkıya bağlıdır. İman akılda değildir, kalptedir. Allah’ın nazargâhı akıl değil, kalptir. (s.304)

(…) Muhasebeye, Türkiye’nin ve İslâm dünyasının 200 yıldan beri düçâr olduğu şu temel zaafları itiraf ederek başlamalıyız: Aşağılık kompleksi, ölçüsüzlük, akılsızlık, ilkesizlik, köksüzlük, yönsüzlük.

(…) Bütün bu sorunların temelinde bence iki açık ve açlık yatıyor: Din açığı/ açlığı, güç açığı/ açlığı. Bu iki açık/ açlık, aslında Müslümanların iki anlayışındaki sorunlarla ilgilidir: Din anlayışındaki sorun, güç anlayışındaki sorun. Bu açıklar, açlıklar ve anlayışlar, bugüne kadar Türkiye’yi de, İslâm dünyasını da esir aldı. (s.317-318)

Haz. Seda Midi

4 Şubat 2018 Pazar

İslam'ın Dirilişi \ Sezai Karakoç



Diriliş yay. İstanbul, 2015

Avrupa’nın en büyük dramı şudur: Kendini hiçbir zaman sevdirememesi. Belki kendinden korkulmuş, çekinilmiş, hatta sahte yaltaklanmalar da görmüş, fakat hiçbir insanoğlunun sıcak bir yakınlık duygusunu elde edememiştir. Bu medeniyetin, öbürleriyle ilgisinde ilk görülecek şey, önce gelmiş hiçbir medeniyetin şahit olmadığı bir antipati ve cevapsızlık karşısında kalmasıdır. Zekâsının hep tekniğe doğru kayışı da bu sevgisizliğin doğurduğu güvensizlik psikolojisinden ileri gelse gerektir. Avrupa, git gide bir "akıl varlığı" haline gelmiş, böylece kendisi de eseri olan teknik dokuya doğru bir iniş ve "düşüş" eğrisi çizmiştir. (s. 9-10)

İslâm’ın Dirilişi deyimiyle şüphe yok ki, İslâm halklarının dirilişini söylemek istiyoruz. Yoksa İslâm prensiplerinin değil. Çünkü: İslâm prensipleri hiçbir zaman ölmemiştir ve ölmez, her zaman dipdiridir, ezeli ve ebedidir. (s.11)

Asya uyanarak ve Afrika, siyasî ve tarihî anlamda var olarak geliyorlar. Geliyor ve geliyorlar ama önleri bir ova gibi apaçık ve bir yaz göğü gibi masmavi ve bulutsuz değil. Rusya, Amerika, Avrupa, bütünüyle Batı (çünkü artık Rusya’nın Batıdan sayılacağı günler yakındır) bütün güçleriyle bu Asya ve Afrika ayaklanması ve baş kaldırmasına yükleneceklerdir. Bu uyanışa karşıdan durup bakacak değillerdir elbet. Bunun için, Avrupa ve Batının, Asya ve Afrika’dan geleceğe ait kuşkularından daha çok, Asya ve Afrika’nın bu batıdan korkmaları yerindedir. Belki de Batı, Amerikası, Rusyası ve bütün Avrupasıyla, bu Asya- Afrika kımıldanışını daha başlangıçta ezmek isteyecektir. (s. 11-12)

(…) Dıştan gelecek bir handikapla batmamak için, Batı’ya da, Doğu’ya da iyice ve sürekli olarak gözlemlemek ve her vakit onlara da İslâm ruhunu telkin etmek şarttır. Kurtuluş için de Kur’an’ın açtığı ve ışık tuttuğu her yolu denemek gerekir. Başarıyı bize bağışlamaksa ancak Allah’a aittir. (s.17-18)

Şu anda İslâm Dünyası tam bir iktisadi bağımsızlık savaşı içindedir. Ancak, burada problem birdenbire derinleşmektedir. İktisadi kalkınma hangi sistemle ve nasıl başarılacaktır? Kültürel ve ideolojik bağımsızlığına henüz hiçbir İslâm ülkesi kavuşmamış bulunduğundan (Bunun üçüncü ve son dönem olarak düşünüldüğü anlaşılıyor. Halbuki, işin en zayıf noktası da burası oluyor. Kültür, ruh, iktisat ve siyaset bağımsızlığı idealini yapısında taşıyan bütün bir diriliş atılımının yokluğu, işte asıl bu, İslam dünyasının bugünkü buhranının gerçek sebebidir.) sosyalist veya demokratik çözümleri ve programları arasında bocalayıp duruyor her ülke. (s. 19)

İslâm Halklarının yeniden kendilerini bulmaları için, her şeyden önce, "İslâm aydını"nın gelmesi, onun gelmesi için de, bir düşünce dirilişi şarttır. Düşüncede diriliş olmaksızın inançta diriliş gerçekleşemez. İnanışta diriliş olmaksızın da duyuşta, duyarlıkta, yani sanat ve edebiyatta diriliş başlayamaz. Tanzimattan çok önce, bir düşünce durgunluğuna girdiğimiz doğrudur ve bir gerçektir. Tanzimattan sonra da, genel olarak bu durgunluk sonuna kadar gelişerek hiç düşünmemeye kadar varmıştır. Veya daha kötüsü, sağduyuda kaynağını bulamayan ters bir düşünce akımı, o da cılız ve sık sık kuruyarak  gelişip durmuştur. Kopya bir düşünce akımı yani. (s. 24-25)

Kendi geleneksel yazısını atarak latin harflerinden yeni bir alfabe düzen Türkiye, bu yazı durumuyla köklü bir düşünce dirilişine gidemez. (s. 31)

(…) İslâma olana aşkımızı yitirdik. Düşünme bağımsızlığımızı yitirdik. Zekâmızı kör bir ezbercilik batağına sapladık. Değer hükümlerimizi bir misyoner mantığının ağına taktık. Klasik kültürümüzü müsteşriklerin yorumuna ısmarladık. (s. 33)

Bir cüzzamlının sıhhate kavuşması gibi, inançsızlaşmış niceleri tekrar inanca ve İslâma dönüyor. Sosyolojik ve tarihi bir gerçektir, İslâm ülkelerinin hepsinde bir inanç canlanışı vardır. Âmentü, genişliğine ve derinliğine, sınırını ilerletiyor, çerçevesini geliştirip büyütüyor. Bu âmentünün ses yükselişi yanında, dillerden gönüllere inip kök salma gibi bir derinleşmesi de vardır. (s. 36)

(…) Risale-i Nur’un da, son derece etkili bir sesi üslûbu vardır. Bir bakıma, Risale-i Nur, tek başına, bir İslâm kültürü külliyatıdır. Onun, Anadolu’da, okumamış insandan aydın insana kadar büyük bir kütleyi yeniden İslâm kültürü ve inancıyla eğittiğini, adeta, Anadolu’da yeni bir kültür akımı doğurduğunu ve bir kültür savaşına giriştiğini görmemek mümkün değildir. (s. 41)

Mimarî, biraz da malzeme ve vasıtaların çok değişmesinden, teknik ilerlemelerden olacak, tam bir estetik felç içinde, batı mimarisinin kopyası ve kopyacısı durumunda. Meşhur İslâm mimarisinin aydınlığı, ulviliği, ahenk çizgileri, şehadet parmağını sembolleştiren minareleri nerede, bugünkü mimari nerede? (s. 43)

İnsan, aksiyonla varlığını belirtiyor. Ağını örmek örümceğin bir aksiyonuysa en üstün bir varlık olduğunu belirtecek bir anıtı içinde ve dışında yükseltmek de insanın aksiyonudur. İşte, tarih bu anıtı inşa etmek demektir. Anıtsa İslâmdır. (…) Kendini benzinle yakan bir budistin intiharının bile soy bir aksiyon sayıldığı bir çağda, kendini Müslüman bilen bir kişi, İslâm’ın  aksiyonu olan, erdem, melek, kutsallık, bilgi ve kurtuluş taşan, insanın en büyük eğiticisi, öğretmeni ve önderi cihaddan nasıl geri durabilir? (s. 52)

Kur’an canlı, diri ve kutsal diliyle çağırıyor kadim yapraklar arasından. Namaz, vücutlardan ve ruhlardan bir Cebrail nefesi gibi geçerek çağırıyor. Oruç, bir ilkbahar bulutu gibi şehirlere iniyor ve suya hasret insanları çağırıyor. Kâbe, anıt bir meşale gibi, yolların en birikmiş kavşağında, çağırıyor. Buyruk çağırıyor, yasak çağırıyor. Farz ve Sünnet hazır ve gayb çağırıyor. İslâm çağırıyor. İsrafil’in surundan daha keskin bir sesle İslâm çağırıyor.  Ama Allah’ın sağırlaştırdığı kulağa kim sesini işittirebilir? (s. 56)

Müslüman, birleş. Bir tek el, bir tek gövde ol. Bir tek şuur ör. Sımsıkı birliğe ermeden, lamban yanmaz. Tüten bacalar, akşamları yanan lambalar, oda ışıkları, hep aynı ailenin bacaları ve lambaları gibi olsun. Erdemlikte en yüce olmalısın ki, peşin hükümle seni aşağı görmeye gelen kendi aşağılığını görsün. Müslüman, İslam’ı öyle sağ ve diri, canlı yaşa ki, seni öldürmeye gelen sende dirilsin. (s.61)

Batı dünyasında, hatta doğu Hıristiyanlık dünyasında yeni bir din devrimine büyük ihtiyaç vardır. Bu devrim, yaratıcıyı tam bir tevhid ve tenzihle kabul etmekten başka ne olabilir? Yani İslâm’a dönmekten, İslâm’ın çağrısına uymaktan, bütün peygamberleri tanımaktan başka. (s.65)

Haz. Seda Midi

29 Ocak 2018 Pazartesi

İlm-i Sima: Ruhun Lisanı \ Halid Ziya Uşaklıgil



Büyüyenay yay. İstanbul, 2017

Sîma ilmi, Allah’ın kudret elinin, beşerin ruhî hallerinin bir yansıma yeri olmak üzere nakş ettiği, yüzün alâmetleri ile insanın iç yüzünde saklı olanları göstermek iddiasında bulunan bir bilimdir. Beşerî bir duygulanma ve ihtirasların bir belirleme yeri var ise o da sîmadır; bir kederimize yahut neşemize, gözlerimizin, dudaklarımızın, sîma çizgilerimizin her biri ayrı ayrı tercüman olur. Sîma öyle bir konuşan suskundur ki en açık ve düzgün bir ruh lisanıdır. İşte o ruh lisanının anahtarı da sîma ilmi ismini almıştır. (s.15)

Yalnız şunu nazar-ı dikkate almak icap eder ki, görünen hallerine istediği tavır ve edayı vermek sureti ile başarı gösteren insan, karakter özelliklerinin çehresine nakşedilmesini engelleyememiştir. İnsan manevi hüviyetini ne kadar gizlemek ister ise, o da kendisini göstermekte o kadar ısrar eder. (s.16)

Sîmanın bir ruh aynası olduğunu kabul ettikten sonra, sîma ilmini esas kabul etmek tabiîdir; fakat bu, teferruatıyla kabulüne bir sebep olamaz. Sîma ilminin akla uygun olması şimdiki görünüşünün hakikate yakınlığına delil değildir. (s.17)

Sîma  ilmi önceden beri mevcuttur, hatta gerçek ilimlerden ziyade ihtimale dayanan ilimlere güven duymak garipliğini gösteren beşer fikri, sîma ilmini, yıldız ilmi (ilm-i nücûm), ilm-i esârîr ile beraber; meselâ: anatomi ilminden (fenn-i menafi’ül âzâ), fizik bilgisinden (hikmet-i tabiîyye), astronomiden (fen-i hey’et) evvel kabul etmiştir. İlm-i sîmaya ilk itibar verenler Yunanlılar ise de bu ilmi ihyâ edenlerin en büyüğü Araplardır. İbrahim Hakkı Hazretleri’nin -Arapların bu ilim hakkındaki inandığı hususlar ve konunun uzunluğuna karşı bir öz demek olan- Kıyafetnâme’si gösterir ki bu ilm, İslâm dünyasında terkedilmemiş, bilakis var olan ilimlerin her şubesine gösterilen itinadan bir hisse de ona verilmiş idi. (s.18-19)

Sîma ilmini ilk ortaya koyan olarak Yunan âlimlerinden Jüpiter’in ismini söylerler. Hatta bir gün kalabalık bir cemiyet içinde Jüpiter, Sokrat’ın sîma alâmetlerini muayene ederek söz edilen filozofa ahlâk ve heveslerinde aşırılıklar isnat etmiş ve iddialarını kendisine teslim ettirerek tahminin ispât eylemiş. (s.20)

Aristo ise bir kısım ilm-i sîma sahibidir. (s.21)

Sîma keşfetme çalışmasında meleke kazanmaya yegâne vâsıta, insanın nefsini, öğrenmede esas kabul etmesidir. İkinci derecede tedkikâtı özel hallerinden haberli olduğumuz kişiler hakkında icra edebiliriz. Lâkin, insanın her türlü muayenelerine ve keşif çalışmalarına daima hazır bir numune var ise o da ancak nefsidir. Bununla beraber nefsini muayene ve hakikatine vakıf olma, büyük bir dikkatle inceleme fikrine bağlıdır. (s.31)

İnsan, nefsi hakkında tedkikler gerçekleştirmesi yanında yakınları hakkında da tedkikler gerçekleştirmesiyle bu konu hakkında kuvvetli hale gelir. Bu suretle yeterli meleke elde edildikten sonra mizaçları ve muhtelif meslek sahiplerini tetkike ve sîma alâmetlerinin tesiri altında bulunduğunu keşfetmeye çalışmalıdır. Meselâ: Sırasıyla bir ameleyi, bir askeri, bir muharriri, bir hekimi, bir şairi, bir siyasiyi muayene etmeli. Beşer sınıflarının her nevinden bir numune almalı. Sonra o numuneleri çoğaltmalı; bir hırsızı, bir caniyi, bir mürüvvet sahibini, bir hilekârı, bir cimriyi, bir civanmerdi muayene etmeli. Bunlar hakkında öz bir fikir hâsıl ettikten sonra tatbikata başlamalı. Bu yoldaki tecrübeler, insanın bütün duygulanmalarına rehber olan fıtrî keşfetmelerini genişletir, onun kabiliyetini sağlamlaştırır. (s.32)

Herkes tarafından kabul edilen bir hakikattir ki muhtelif kavimler, sîma alâmetleri bakımından birbirinden farklılık gösterirler. Hatta bu fark, bazen bir insanın kavmiyetini tayin ettirecek kadar öneme sahip olur. (s.34)

Yüze ait uzuvların içinde manaların tecelli yeri ve tetkiklere temel olmaya en ziyade elverişli olan alındır. Alın da sabit ve hareketli olmak üzere iki kısma ayrılmıştır ki birincisi kemikten diğeri ciltten mürekkeptir. Sabit kısmın hususî şekillerinden fikrî kuvvetlerimiz, hareketli kısmın çeşitleri hallerinden de kalbî hislerimizle sonuca varılır. (s.37)

Sîmanın fikirlere ve mizaçlara en ziyade tecellî yeri olan kısmı gözlerdir. Allah’ın kudret elinin bütün ruhî duygulanmalara bir aksetme aynası olmak üzere yarattığı gözler, kalbin en gizli noktalarında gizlenen sırlara tercüman olur. Ufak bir parlaması, küçük bir titreyişi neşelerimizi gamlarımızı tefsir eder. (s.41)

Kaşlar, o hafif bir eğrilmesi bin manaya tercüman olan kaşlar, sîmaşinasların nazar-ı dikkatinden uzak kalamaz… Kaşlar özel bir sinir üzerine yerleştirilmiş olup onun vasıtasıyla hareketlidirler; yalnız inip kalkmak hareketi diğer sinirlerin yardıma katılmasıyla meydana gelmiş olur. "Bazen bir insan ruhunun  söyleyeni (natıka-yı ruhu) kaşlarından ibarettir ve yalnız onlar sayesinde bütün ruhî sırları tezahür eder.’’ (Lavater) (s.49)

Lavater’in bir sözüne göre burun alnın tamamlayan kısmıdır. (…) "Güzel bir buruna sahip olmak herkese nasip olmamıştır.’" sözü Latinlerin bir darb-ı meselidir. Burunun manasının ehemmiyetini avam lisanı bile tasdik eder "burun kaldırmak", "keskin burun", "yüksek burun" tarzında tâbirler ki hemen her lisanda mevcuttur ve birçok manayı ifade eder. (s.53)

Sîmanın azalarından en ziyade manalara sahip olanlardan biri de ağızdır. Hareketlerinin, şekillerinin sayısız çeşidinden sınırsız bir manalar silsilesi meydana çıkarılır. (s.57)

Bir insanın karakter tarzı ile dudakları arasında tam bir münasebet vardır. Dudakların yumuşaklığı, sertliği, hareketli ve ağır olması, kalınlığı ve inceliği ile karakterin halleri arasında benzeyiş ve hem-cins olma mevcuttur. (s.60)

Sîma ilminde dişlerin de hususî bir ehemmiyeti vardır. Şekilleri ve vaziyetine bağlı bakış açısından muhtelif manalara işaret eder. (s.63)

Ağzın, dudakların, dişlerin en manidar hali tebessümdür. Tebessüm için sîmaiyun: ‘’Kalbin mihenk taşıdır’’ derler. Tebessüm karakterinin bütün hallerinin görünme aynası olabilir, ancak onda nakşedilen tasvirleri insan görebilmeli, anlayabilmelidir. Tebessüm dudakların üzerinden cereyan eden akıcı bir ruhtur ki, bin surette görünür bin şekilde belli olur. Bunlardan hiçbirinin tarifi mümkün değildir. Bu sebeple sîma ilmi tebessüm hakkında kaide koymaya cesaret edemez. (s.65)

Sîmaiyun, çeneleri: Çekik, doğru, çıkık olmak üzere üç genel şekle taksim eder. Umumî kaide olarak çıkık çeneler metanete, çekik çenelerin zayıflığa işaret ettiği kabul olunmuştur. (s.67)

Kulaklar da sîmanın diğer âzaları gibi özel bir öneme sahiptir. Kulakların şekillerine göre çeşitli manaları vardır. Kulakların harici ve dâhili yuvarlaklaşma tarzı, hacmi ve hücresi, muayene olunmalıdır. Bundan sonra başa bitişik olup olmadıklarına dikkat edilecektir. (s.73)

Dikkatli kimseler, inanda sadânın tercüme ettiği karakter tarzını birçok nutukta tecrübe etmişlerdir. Seslerdeki eda ile tabiatlardaki hal arasında münasebet bulmuşlar, bu konuda hususî bir fen derecesinde itina göstermişlerdir. (s.75)

Dürüst Kişilerde
Gözlerde hafif bir şeffaflık ve göz nurunda ölçülü bir parıldama görülmeli. Gözün hareketleri ne seri ne de yavaş olmalı. Ağızda büzülme görülmemeli. (s.83)

Cesaretli Kişilerde
Enli ve yüksek bir burun ile geniş bir alın yiğitliğin hususî alâmetlerindendir. (s.83)

Soylu (Asil) Kişilerde
Bilhassa alın ile burun arasında intizam güzelliği şarttır. Gözlerde parlaklık, burun kanatlarında resmolunan bir zarafet, dişlerde birbirine uygun olmanın güzelliği bulunmalıdır. (s.85)

Ciddî Kişilerde
Alın toplu ve muntazam çizgiler ile resmolunmuş olacak, kaş kemerleri biraz kabarık bulunacaktır. (s.85)

Metanetli Kişilerde
Yuvarlakça bir alın olacak ve çizgilerden asudelik hissi alınacaktır. Kalın kaşlar, edâ güzelliğiyle resmolunacaktır. Gözler yarıdan ziyade açık bir vaziyette bulunacak. Burun ile arasında hafif bir çukurluk görülecek, burun kemerli olacak, dudaklar ölçülü olduğu gibi ne tamamıyla açık ne tamamıyla kapalı duracak. Çene öne arkaya eğilimli-meyilli olmayacak. (s.85)

Gururlu Kişilerde
Baş gayet dik ve nazar ufkîdir. Verdiği cevaplar uzun bir sükûttan sonra kısa ve kesin bir surettedir. Gururlu kişilerde ekseriyet üzere sahte bir tevazu görülür. (s.85)

Hiddetli Kişilerde 
Alın kemikli ve çıkıntılıdır. Kaşlar kalın, gözler gayet iri veyahut küçük olup da parlak, burun büyük, ağız yarık, çene geniş olur. (s.85)

Cimri Kişilerde
Porta nâm sîmaşinas der ki: Cimri kişilerin küçük nazarları sabittir. Burunları gayet dar olur ve iki göz arası geniş değildir. (…) Yürüyüş tarzı sakin ve ahestedir. Ses ince, zayıf ve nârindir. (s.87)

Kıskanç Kişilerde
Zayıf karaktere delâlet eden sîma alâmetleri mevcut olur. Kıskançlık, muhakeme hafifliğinin tabiî arkadaşıdır. Hatta ahmakların tamamı az çok kıskançtır. (s.87)

Sakınmak Gereken Bazı Alâmetler
Küçük çehrelerde büyük gözlü, kısa ve zayıf adamlardan sakınınız. Çehresinde sizce na-hoş bir hâl olup da bilhassa üzüntü, keder zamanında meydana çıkan adamlarla dostluk etmeyiniz. (…) Kemikli, etli, sarı, iri mai damarları, büyük gözlü, kalın dudaklı adamlardan sakınınız. (…) Kıvrık alınlı ve küçük burunlu, kaba yanaklı ve çıkık çeneli adamlar korkunçturlar. Donuk ve tabiî olmayan bir şekle sahip olup nazarı daima meraklı olan gözler, siyah saçlar ve kıvrık bir burun ile bir araya gelip, alt dudak da sarkık olursa bir hilekâr karşısında bulunduğunuzdan emin olunuz. (s.89)

Sîma ilmi iç mananın keşfedilmesine kaide koyamaz. Maksadı herkeste az çok mevcut olan tabiî hissi meydana çıkarmaya delâlet etmekten ibarettir. (s.90)

Haz. Seda Midi

Hatun \ Musa Carullah


Otto Yayınları, Kasım 2016, Ankara, Yayına Hazırlayan: Prof. Dr. Mehmet Görmez

Son asır Batı edebiyatında Hz. Havva’nın kızları için "cins-i cemil" ve "cins-i latif" gibi aşk ve muhabbet tabirleri kullanılır. Ancak Şark’ın gerek eski, gerekse yeni edebiyatında, evleri idare eden hanımefendiler, aile anaları ve atalarımızın refikaları için kadim zamanlardan beri bir hürmet tabiri olarak ‘hatun’ kelimesi kullanılır. Birincisi hatundan yararlanmak gibi hevai bir bakış açısını yansıtırken, ikincisinin hürmet ve saygı eseri olduğu anlaşılmaktadır. Her ikisinin de güzel yönleri olabilir. Ancak Şark’ın bakış açısı daha şerefli ve daha kutsidir. (s.29)

‘Hatun’ kelimesinde büyük bir şeref ve hürmet ifadesi vardır. Bunun içindir ki, Arap edipleri padişah ve sultanların eşleri ve hanımefendileri için, bir tazim lakabı olarak ‘hatun’ kelimesini kullanırlar. (s.30)

Avrat kelimesi gerek dil bakımından gerekse edep ve zevk bakımından tamamen hatalı olarak kullanılmaktadır… Fıkıh literatüründe örtülmesi gereken azalar anlamına gelen ‘avret’ tabirinin kadınlar için kullanılması son derece şaşırtıcıdır. Böyle bir kullanım, aslında Kur’an’ın kelimelerini tahrif olur. İfade ettiği mana bakımından gayet güzel olan avret kelimesi Kur’an’ı Kerim’de dört yerde varid olmuştur. Bunlardan ikisi 24/ Nur 58’de çok nezih bir kinaye olarak kullanılmıştır. Çocukların ebeveynin odasına girerken üç ayrı vakitte izi istemeleri gerektiği vurgulanırken "… sizin için üç avret (zamanı) vardır…"; yani sizin mahrem halde bulunabileceğiniz üç ayrı vakit vardır, denilmektedir. Diğer ikisi ise 33/ Ahzab 13’te tamamen başka bir manada kullanılmıştır. Söz konusu ayette savaşa gitmemek için bahane arayan münafıkların bir kısmının Hz.Peygamber’e: ‘’Bizim evlerimiz avrettir’’ yani açıktır, sağlam değildir, dediklerini görüyoruz. Kur’an-ı Kerim’in kelimelerini (kendi bağlamından çıkararak) başka anlamlarda kullanmak, bana göre edebe muhaliftir. Bilhassa hatunlara ‘avrat’ demek, hatunların büyük hürmetlerine muvafık olmadığı gibi, Kur’an’ın nezahetini de tanımamaktır. Örtülmesi gereken azalara avret demek yanlış olduğu gibi, hatunlara avrat demek de büyük hatadır. (s.30-31)

Herkes bilir ki, hatunlarda güzellik ilahi bir mevhibedir. İçtimai hayatta güzelliğin itibarı gayet büyüktür. Ancak güzellik sevginin kuvveti olsa da, hiçbir zaman hürmetin temeli olamaz. Yahut tek başına güzellik hürmete esas kılınamaz… Batı toplumlarının kadına bakışı daha çok nefsani ve pragmatisttir. Fakat Şark’ın bakışı daha çok ruhani ve hürmet esasına dayanır. (s.35)

Erkekler, kadınlar kadar manevi güzellikten haz almazlar, onara nispeten bu zevkten mahrumdurlar. Medeniyet dünyasının bu kadar moda müptelası olması, hanımların süse ve süs eşyasına sınırsız derecede rağbet etmesi, aslında erkeklerin günahıdır… Erkekler hatunların güzelliğinden ziyade edeplerine edeplerine ve toplumsal değerlerine kıymet verselerdi, onlar edebi kemal ve manevi cemil hususunda birbirleriyle yarışırlardı. (s.37)

Yirminci asrın medenileri biraz şaşıracaklar ama bedevi Arapların nazarında hatunlar ana kadar muhteremdir. "Her hatun ana hemşiresidir" sözü eskiden beri çölde yaygın bir darbı meseldir. Yani her hatuna ana kadar değer vermek ve hürmet etmek lazımdır. (s.39)

Hatunun üç halinden her biri Kur’an’ın surelerinde örneklerle ifade edilmiştir. Biri Hz. İsa’ya hamile olan Hz. Meryem, diğeri Hz. Musa’ya süt veren anne, (Hz. Asiye) bir diğeri ise Hz. Meryem’i yetiştiren anne (Al-i İmran). Bu, aynı zamanda yüklü, emzikli ve mürebbiye annelerin hürmetini ifade eder. Kur’an-ı Kerim’de peygamberlere mahsus sureler varsa da, babaların birine tahsis ediliş veya birinin ismini almış bir sure yoktur. Ancak anaların en mühim üç hali, üç sureye isim olmuştur. (s.48-49)

58/ Mucadele yahut Mucadile (hak arayan kadın) suresinde aile hallerine müteallik olmak cihetiyle, hatunların, en normal ve cüzi hadiselerini Hz.Peygamber’e ilettiklerinde, bizzat arş-ı a’ladan Yüce Rabbimizin bu şikayeti dinleyip müdahale ettiği vurgulanmıştır. "Kocası hakkında seninle tartışan ve Allah’a şikayette bulunan kadının sözünü Allah işitmiştir…" (58/ Mucadele 1)
Kur’an’da  en mühim hadiselerde, ümmetin en önemli erkeklerinin en mühim davalarına böyle ehemmiyet verilmemiştir. (s.49)

Hicap, örtünme ve tesettür konularını müzakere sahnesine ilk çıkaran, Kasım Emin olmuştur. (…) Hicri 1304 yılında Afganistan devleti, açmak istediği kızlar medresesi için, alimlerden fetva alamadı. Bunun üzerine Maarif Nazareti, Türkiye, Hicaz, Mısır ve Hint alimlerine müracaat etti. Muhtelif memleketlerden gelen fetva, aşağı yukarı üç noktada birleşti. Buna göre: "Hatunlara ilmihal farzdır. Kızlara yönelik özel okullar açmak bidattir. Hicap lazımdır.’’ (…) İstanbul’dan çıkan fetva, 18 Mart 1341 tarih ve Mustafa Fethi ile Mustafa Nuri imzalarını taşımaktadır. (s.53)

Şark toplumlarında hicabın pratik değeri kalmasa da, teorik değeri muhafaza edilmiştir. Bugün Şimal Türkleri arasında, hicap çoktan kalkmıştır. (yazarın gerek Şimal Türkleri’nde gerekse Türkiye’de kalktığını söylediği hicap peçedir.) Türkiye’de  Gazi Mustafa Kemal inkılaplarıyla hicaba tamamen son verilmiştir. Ancak teorik değeri zihinlerde bütün canlılığını muhafaza eden bir şeyin pratik hayattan uzaklaştırılması problem doğurur. (s.54)

(…) El-Eğani gibi edebiyat hazinelerinde nakledilen hikayelerin açık ifadelerine göre, hicap; bedevi Arapların şeref ziyneti idi. Asillik ve kibarlık alameti idi. Yüzün avretliği değildi. Bedevi Araplarda hicap geleneği tamamen hatunların şereflerine, ismetlerine ve hürmetlerine yönelikti. (s.56)

Kabilelerin kuvvetleri, erkeklerin gayreti ve hatunların edebiyle namuslarını muhafaza eden kabilelerde yüz perdesi bulunmazdı. (…) Bir asırda, bir memlekette ayıp olan örtünme tarzı, diğer bir asırda başka bir memlekette ziynet olur ve büyük bir güzellik olarak addedilmiştir. (s.56)

Gerek bedevi Arapların gerekse Türk hatunların yüzlerinde hicap bulunmuş ise, hürmet ihramı, şeref şiarı ve iffet ziyneti olarak bulunmuştur. (s.57)

İffetin değeri, hem erkek hem de kadın tarafından bilinirse yüz perdesine gerek kalmaz. Eğer hatun iffetin değerini bilmiyorsa yüz perdesinin de hiçbir kıymet-i harbiyesi olmaz. (s.59)

Bir ailede huzur ve saadetin en büyük esası, hatunların şeref ve onurlarının korunmasına bağlıdır. İslam son derece kıymetli olan bu cevher karşısında her şeyi feda eder, bunu temin edecek her türlü vesile ve tedbiri kabul eder. (s.61)

Kur’an-ı Kerim’in öngördüğü hicap, hatunların hürmet ve hukuku idi. Ancak mezhep kitapları hicap meselesini ‘fitne korkusu’ gibi hayali gerekçelere bağladılar. Bazı toplumların tabiatlarına göre böyle bir gerekçe doğru olabilir. Lakin Kur’an-ı Kerim’in ayet-i kerimelerine, risalet ve Hulefa-i Raşidin asrına göre bu tür gerekçeler doğru ve münasip olmaz… Şark toplumlarında hicabın meşruiyeti hep fitne korkusuna bağlandı. Hicap bu şekilde öğretile geldi. Şark ailelerinin bugünkü hallerine böyle bir hicap anlayışı sebep olmuş olabilir. Fakat fitne nerede? Havada fitne olmaz. Güneşin ışığında, bilginin aydınlığında fitne olmaz. Olsa olsa fitne erkeklerin gözlerinde, kalplerinde yahut dillerinde bulunur. İlle de bir tedbir almak gerekiyorsa, erkeklerin gözlerine nikab, kalplerine adap, dillerine ceza lazım gelir.(s.62)

İlahi hikmetin, hatunların ehliyetli ve güvenilir ellerine teslim ettiği ağır vazifelerin her biri içtimai hayatın en mühim vazifeleridir. Bu vazifelerin sadece birisi, mesela sadece hamilelik ve mürebbiyelik vazifesi, erkeklerin bütün vazifelerinden daha mühim ve ağırdır. Erkeklerin her vazifesini hatunlar ifa edebilirler, ancak hatunların bazı vazifelerini hiçbir erkek tam olarak ifa edemez. İçtimai hayatta hatunların vazifeleri erkeklerin vazifelerinden kıyas kabul etmeyecek derecede büyüktür. (s.71)

Hatunları herhangi bir idare veya meclis için seçme ve seçilme haklarından mahrum bırakmak maslahat değildir; lakin eğer bir hak daha mühim bir vazifesine halel getiriyorsa, böyle bir haktan istifade etmemek hatunların ihtiyarındadır. (s.75)

Kur’an-ı Kerim ‘’ Allah aranıza meveddet (sevgi) ve rahmet yerleştirdi’’ gibi ayet-i kerimelerde, meveddet muhabbet ve rahmet kelimelerinin (karşılıklılık ve müştereklilik ifade eden) tefa’ul kalıplarını tercih etmemiştir; ayette, ‘aranıza’ (beynekum) kelimesine yer vermekle birlikte tevadd, terahum gibi (ortaklık ifade eden) kalıplar yerine, (tek taraflılığı ifade eden) meveddet ve rahmet kelimeleri kullanılmıştır. Buna göre, insan başkalarına sevgi duyuyor görünse de, aslında bu, insanın kendi kendisini sevmesi demektir. Nefsaniyetin ve enaniyetin en güzel ve en meşru şekli de bu olsa gerektir. (s.81-82)

(Bazı) fıkıh kitaplarının, nikahı, ‘’erkeği kadının ırzına sahip kılan akittir’’ diye tarif etmesi çok büyük bir basitliktir. Böyle bir tanım, nikahın kutsal değerini ve yüce kadrini tamamen düşürmüştür; erkeklerin nazarında hatunların, hatunların nazarında da erkeklerin saygınlığını yok etmiştir. Oysa nikah müşterek hayat sözleşmesi, ebedi bir refiklik (hayat arkadaşlığı) anlaşmasıdır. Nikahla eşlerin her biri, bir bütünün öbür yarısı olur. Binaenaleyh fakihlerin tanımı biraz eksik ve kusurlu olsa gerektir. (s.86)

‘’… Haksızlık yapmaktan korkarsanız tek hanı alın…’’ ayetiyle ilk ve son amel eden Hikmet Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.v) olmuştur. Çok eşliliğin, onun kendine has özelliklerinden olması da bu manadadır. Gerçek bir latife söyleme cesareti bende olsaydı, adaletli çok eşlilik, sahib-i Kuran’ın, yani Resul-i Ekrem’in mucizesi derdim. Zira bu, ümmetin başka bir ferdinde bulunamaz. (s.93)

Kur’an-ı Kerim’de çok eşlilik:
1. Maslahatlara tabidir.
2. Zaruretlerle sınırlıdır.
3. Şartlara bağlıdır.
4. Daha büyük mefsedetlerden kurtulmak mülahazası ile meşru kılınmıştır.
5. Mefsedet getirecek/doğuracak çok eşlilik hiçbir şekilde meşru değildir.
Çok eşliliğin cevazı, bu sağlam beş maddeye uygun olarak gerçekleşirse hiçbir fesat doğurmaz, bilakis yaygınlık kazanan pek çok fesadın yollarını kapayabilir. (s.100)

Ailede kavvam, yani hizmet eden idareci babadır, itaat edilen yönetici ise anadır. "Erkekler kadınlar üzerinde (kavvam) yani idarecidir" ayet-i kerimesinin manası da budur. Ayette geçen kavvam kelimesinde hakimlik manası yoktur, hizmet manası galiptir. Eşleri de, oğulları da hatunlarına ve analarına hizmet ederler. Validelerine nispetle itaat mutlaktır. (s.101)

Kur’an-ı Kerim ailenin nafakasını ve hayatın bütün yüklerini erkeklere yükleyerek onu ailenin kavvamı, idarecisi yapmıştır. (s.102)

Hatunların kalplerindeki duyguları gibi, zihinlerinde var olan evham ve muhayyileleri de erkeklerden fazladır. Bu sebeple, duyguları akıllarına, evham ve muhayyileleri iradelerine galebe çalıp hakim olabilir. (…) Hatunların öyle olması, bir zayıflık değil, duyu ve duygularının erkeklere nispetle daha güçlü olduğunu ifade eder. (s.130)

Şahitlikten her yönden daha mühim olan rivayet hususunda hatunların her bakımdan ehil olduğu icma ile sabit olup, bu konudaki sözlerine tam olarak itibar edildikten sonra, şahitlik huşunda ehil olmamaları yahut ehliyetlerinin eksik sayılma her halde biraz garip ve uzak bir yorum olsa gerektir.
Bana göre, hatun şahitlik hususunda erkekler kadar ehildir. Ancak hatunlar tekliften, yani mahkemelere çağrılmak, hakimlerin huzurunda konuşturulmak gibi külfetlerden uzaktır. Ehliyeti tamdır; ancak külfet mecburiyeti yoktur. (s.132)

(…) Kur’an-ı Kerim hatunların şahitlik vazifelerinden azat etmiş olabilir. Bu, hatunların mahremiyetini değil, hürmetlerini gösterir; eksikliğini değil, fazlalığını gösterir.
Haddlerde, cezalar uygulanırken hatunlara, şahitlik kasvetlerinden uzak tutulmak suretiyle saygı gösterilmesi, hatunların şereflerine güzel bir ilavedir. Bu, akıllarının noksanlığını değil, kalplerinin büyük merhametini gösterir. (s.132)

Haz. Seda Midi