21 Ekim 2014 Salı

İslami Yenilenme 2 \ Fazlur Rahman


Türkiye’de yaygınlıkla ‘tarihselcilik’ olarak adlandırılıp tartışmaların epeyce farklı yönlere çekilmesi ve bunlardan dolayı da yanlış çağrışımlara neden oluşu bir yana; aslı adıyla ‘’tarihsel-eleştirel yaklaşım’’; dediğimiz gibi, Alman idealist geleneği kaynaklıdır. Farklı uygulamaları varsa da, temel bir çizgiye sahip olduğu düşünülebilir. Bir ‘karşılaştırma’yla söylersek; pozitivist yaklaşım gibi ‘bilme ve açıklama’ ile değil ‘anlama ve yorumlama’ ile meşgul olur. Çünkü; ikisinin ontolojisi, epistemolojisi ve insan doğasına ilişkin varsayımları epeyce farklıdır. Birincisi; toplumsal gerçekliği ‘işte orada-var’ kabul eden ontolojiye, bilginin ‘dışarıdan’ kazanılabileceğini ileri süren epistemolojiye, insan-çevre arasında çevreden insana determinizm gören bir insan doğası anlayışına sahip olduğundan metodu da bunlara uygundur. Diğeri ise, ‘toplumsal gerçeklik’in zihin/ler tarafından inşa edildiğini savunan ontolojiye,’içeriden’ anlayıcı epistemolojiye ve insanın edilgen bir varlık olmadığını varsayan bir insan doğası anlayışına dayanıp metodolojisini de buna uygun kurar.1

1. Makale düzeyinde geniş tartışmalar için bkz. Adil Çiftçi,’’Nasıl Bir Sosyal Bilim: Temel Sorunlar ve Yaklaşımlar’’.

Prof.Dr.Fazlur Rahman, İslami Yenilenme Makaleler II, Tarihsel-Eleştirel Yaklaşım Üzerine Birkaç Söz, s.13-14.

Kur’an, Arap toplumunun ahlaki sorunları ile Peygamber’in zihninin çatıştığı ortam hakkında Allah’ın yorumudur. Bu diğer metinler için de geçerli olabilip özneler değişir; her metin anlamını zihin ile ortam ilişkisi içerisinde bulur. Biz de onu böyle ‘dışa vurdururuz.’ Anlamak, ‘dışa vurdurmak’ işte. Onun başka bir ifadesini kullanıp bunu açabiliriz biraz daha:’’Kur’an, Allah’ın, Peygamber’in zihni aracılığıyla tarihsel bir duruma verdiği cevaptır’(vurgu bizim). Bu, şu demektir: Allah’ın amacı/niyeti (tarih-dışı değil) tarih-üstü olsa da, Peygamber’in zihinsel yapısı hem tarih-üstü hem de tarihseldir. Onun zihinsel yapısını etkileyen çevresel etmenler vardır. O asrın politik, ekonomik; kısaca kültürel ortamında yaşamaktadır zira. Öyleyse o, idealist olduğu kadar realist de olmalıdır: Peygamber vahyi alırken, öncelikle Allah’ın niyetini ya da neyi gerçekleştirmek istediğini anlayıp (idealizm); bu ‘genel ve aşkın anlam’ kendi kültürünün izin verdiği ve verdiği kadarıyla formlara büründürülür ve onlar aracılığıyla insanlara bildirip fiili durumlara uygular (realizm). Zaten, Kur’an yirmi üç yılda ve Peygamber kendi tarihsel-çevresel/kültürel ortamında tekil sorunlarla karşılaştıkça oluşmuştur.

Prof.Dr.Fazlur Rahman, İslami Yenilenme Makaleler II, Tarihsel-Eleştirel Yaklaşım Üzerine Birkaç Söz, s.15-16.

Burada kadar gösterilebilmiş olmalı ki, o ‘’bilimsel bir yöntem’’dir. Bazen zannettiğinin aksine,’’değerlendirici/normatif’’ bir tutum değildir. Sanırız karıştırma şuradan kaynaklanmakta: Bir fikre, inanca ya da uygulamaya ‘’tarihsel’’ denilince,’’tarihte kalmalı’’ denildiği zannedilmektedir. Halbuki bu yöntemin kendisi bilimseldir, diğer yargıları –içerse de- vermez. Ancak Hukuk, Hadis, Teoloji ve diğerleri gibi ‘’değer koyucu’’ alanlara taşındığında, ‘’tarihte kalmışlardan’’ değil sadece, ‘’tarihte kalması gerekenlerden’’ de söz edilebilir iste istemez. Ne var ki ikisi temelde aynıdır. Dolayısıyla sorun, F.Rahman’da, şurada çıkmakta: O, aynı zamanda bir hukukçu, Kelamcı ve Hadisçi olduğundan; yöntem ile mantıksal-pratiksel sonuç bazen iç içe girmektedir. Halbuki o yöntem ‘’baştan sona emprik’’tir.’’Tarihsel süreçte gerçekte/n ne oldu?’’yu arar.
Prof.Dr.Fazlur Rahman, İslami Yenilenme Makaleler II, s.16-17.

Özgün adı ‘’tarihsel-eleştirel yaklaşım’’ ve –F.Rahman’ın bazen adlandırdığı gibi ‘’tarihsel-sosyolojik yaklaşım’’ olmakla birlikte, özellikle ilahiyat çevrelerinde ‘’tarihselcilik’’diye bilinen araştırma/inceleme yöntemi genellikle Hukuk/Fıkıh ile alakalandırılıp, ‘’Kur’an’ın hükümlerinin lafzi olarak aynen geçerli olamayacağını’’ söyleyen bir normatif tavır sanılmaktadır. Halbuki o, bir bilimsel yöntem idi. Ama en normatif alan olan Hukuk sahasına taşınırsa mantıksal sonuç yukarıdaki olabilir.’’Olabiliir’’i vurguluyoruz, zira bu yaklaşım bazen formların da günümüze taşınabileceğini söyler. Bunun en önemli idealist/anlamacı yöntemsel sebebi, formları üreten bilinç yapıları ile başka zaman ve mekanlardaki ‘’bilinç’’in aynı olması durumunda ‘’biçim’’in de bir süre daha aynı kalabileceğidir.

Prof.Dr.Fazlur Rahman, İslami Yenilenme Makaleler II, s.17-18.

Kur’an’a dayandırılmış olsa bile, bir konunun artık ‘sorun’ haline gelmesi durumunda onun yeniden araştırılması ve, belki, yeni cevapla çıkılması gerekir. Bu iddia, idealist-fenomenolojik yaklaşımın yukarıda belirttiğimiz en temel ve en güncel öncülüne uygundur: ‘’İnsanlar dünya kurarlar, dünyalarını yeniden kurarlar.’’ Bilinç değişirse dünya da değişir çünkü. Fizik doğa bile aynı kalmaz. M.Arkoun’un bir cümlesini buradaki bağlamda kullanacak olursak;’’Mekke’nin kumları bile değişmiştir.’’ Durum böyleyken;’’Allah’ın aynı hukuksal formları yüzlerce yıl ebedi kalacak hükümler olarak insanlara emretme niyeti olmayabilir’’, der F.Rahman.

Prof.Dr.Fazlur Rahman, İslami Yenilenme Makaleler II, 18-19.

Belli başlı sonuçlarını az sonra sıralayacağımız bu düzenli amaçlılık için Allah; tabiat ve insana (tamamen) harici ve keyfi bir zorlamada bulunmaz. Bazen, Allah’ın tabiat düzenini tamamen ilga edebileceği ya da sekteye uğratabileceği ama ona ‘özerklik’ verdiği için bunu yapmadığı söylenir. Bu fikir, Allah-evren ilişkisi hakkında biraz naif bir yargıdır; çünkü, Kur’an’a göre evren Allah’ın ‘’göstergesi’’ olup, kanunları da Allah’ın davranışlarındandır. Bundan dolayı, evrenin Allah ile ilişkisi insanın kendi karakteri ile ilişkisi veya adeta bütünün parçalarıyla ilişkisi gibidir. Bunlar özdeş olmadığı gibi, birbirinden tamamen ayrılmazlar da. Nasıl ki insan kendi karakterini sahiplenmezlik yapamaz, alt-üst edemez veya tamamen bir tarafa atamazsa, Allah ve evren için de aynı şey geçerlidir. Ancak, yine nasıl ki, insanın beni, karakterini aşarsa –çünkü karakteri hiçbir nokta veya durumda ‘’ben’’in tam dışa vurumu değildir- ve bir anlamda onun yaratıcısıysa, Allah da evreni aşar ve onun yaratıcısıdır.

Prof.Dr.Fazlur Rahman, İslami Yenilenme Makaleler II,Kur’an’da Allah, Evren ve İnsan,s. 23-24.

Görünüşte, Allah’ın insanları doğru yoldan saptırdığı veya doğru yolu bulmasına engel olduğu anlamına gelebilecek ayetleri anlamakta ciddi sıkıntılara ve yanlışlara düşülmüştür. Kur’an’da, Allah’ın hakikate insanların ‘kalplerini mühürlediği’,’kulaklarını tıkadığı’ ve ‘gözlerini kapattığı’nın söylendiği doğrudur. Böyle ifadeler, hür irade ve ön belirleme şeklindeki felsefi sorun çerçevesinde anllaşılarak bir soru sorulmaktadır:’’O zaman insanın sorumlu tutulması niye?’’ Biraz sonra göreceğimiz gibi Kur’an bu felsefi soruna (felsefi sorun olarak) en ufak ilgi göstermediği gibi, insan davranışını doğru bir hatta tutmak için bu gerilimin iki tarafını da vurgular; onun esas hedefi de bu düzeyi tutturmaktır., sanıldığı gibi Allah’ın mahiyeti değildir. Aslında sözü edilen ayetlerden, Allah’ın insanları kayıtsız şartsız yoldan çıkardığına hükmetmek mümkün değildir. Bu tür ayetlerden çıkarılabilecek fikir şudur: Allah kötü davranışlarda ısrar edenleri ve hakikati sürekli reddedenleri doğru yola iletmez.

Prof.Dr.Fazlur Rahman, İslami Yenilenme Makaleler II, s.24.

Bir insan kötü davranışta bulunduğunda bu tür davranışı tekrarlama ihtimali artarken, iyi davranma ihtimali de orantılı olarak azalır; ve sürekli kötü fiillerde bulununca artık adeta dönüşü olmayan bir noktaya ulaşmış gibi olur. Onun ‘’kalbinin mühürlendiği’’,’’kulaklarının sağır edildiği’’ durum işte budur. İyi davranışlarla ilgili olarak da aynı şey geçerlidir. Bu, bütün kanunların işleyişi gibi, işleyişi Kur’an tarafından Allah’a atfedilen psikolojik yasadır. Mamafih,  bu merhalede  bile kimse mutlak bir geri dönüşsüz noktaya ulaşıldığını söyleyemez. Kötü davranışlara saplanmış insanlar sürekli kendilerini affettirmeye/temizlemeye ve gerçekten tam bir ümitszilik noktaksına asla gelemez. Zaten, ahlaki şahsiyetin ve davranışların tam bir dönüşüme uğrama örnekleri az değildir. Elbette bu hadiseler (insanların gerçeğe dönmeleri) de kanunlara göre oluşur ve tamamen ‘’doğal’dır; fakat yine bunlar da Allah’ın merhamet, şefkat ve iyiiliğine atfedilir. Olaylar hiçbir noktada bilimsel çözümlemeye kapalı değildir; ama Allah’a atfedilmesi ve Allah’ın onlarla ilişkisi de hiçbir noktada kesilmez.
Prof.Dr.Fazlur Rahman, İslami Yenilenme Makaleler II, s.24-25.

Diğeri ise, Hz.Muhammed’in Elçilik iddiasıyla ilgilidir. Ona sorarlar:’’Mekke ve Taif’ten bir sürü insan dururken niçin kendisi seçilmiştir? Bazen Kur’an şöyle cevap verir:’’Allah kimi dilerse onu Elçi olarak tayin eder’’(11/175). Fakat şu ayet sebebi bildirir:’’Elçiliğini nereye koyacağını en iyi Allah bilir’’(6/124). Birinci örnekte Allah’a atfedilen eylem bir akli nesnel (a natural social) süreç olarak açıklanır; ikinci örnekte ise Allah’ın ‘’keyfi tercihi’’ gibi görünen eyleme (Hz.Muhammed’i seçmesine) akli bir sebep gösterilmiştir.

Fakat bu olgusal tekabliyete rağmen, Kur’an ‘’akli/nesnel’’ dilden ziyade dinsel dil kullanır. Bunun sebebi, evrenin olgusal yapısının üstünde ve ona hakim bir değer yapısının bulunmasıdır ve dini-ahlaki tecrübeye temel özelliğini veren de budur. Dini hayatın özü, özne (insan) ile nesnel gerçeklik arasındaki değer-etkilenimi ve değer-tekabüliyetinden müteşekkildir. Madem ki yokluk değil de varlık vardır, varlığın temel değeri şimdiden gerçekleştiği için Allah’da ‘’halihazıda’’ vardır. Allah, yokluğun son derece berbat boşluğundan varlığı çıkaran ve onu ileri götüren varlık olup, O’nun temel sıfatı budur. Zaten daha şimdiden varlığın yokluk üzerine zaferi telmih eder ki, bu iş, kör bir gücün salt oyunu olamaz; çünkü varlık iyiliktir ve ister istemez bir hedefe işaret eder. Öyleyse, düzenli varlık (zaten varlığı düzenden yoksun düşünmek zordur) dini ahlaki bir makabele için gereken nesnel ve varoluşsal şartları tamamlar.

Prof.Dr.Fazlur Rahman, İslami Yenilenme Makaleler II,s.25-26.

Kur’an’a göre Allah bir şeyi yarattığı, yani onu varlığa çıkarıp dış şeklini verdiği zaman, ona varlık kanunlarını, gelişimi için gerekli imkanları ve fiziksel güçlerini de hemen yerleştirir. Varlık alanına çıkarma ve şekil verme, yaratma/halk;ona ‘’temel niteliğini’’ veya ‘’hareket kanunlarını’’ vermek ise emr (Emir) veya takdir terimleri ile belirtilir. Bu terimlerin anlamlarının açığa çıkarılması gerekmektedir.

Prof.Dr.Fazlur Rahman, İslami Yenilenme Makaleler II,s.27.
İnsanı diğer varlıklardan ayıran ana özelliklerden birisi, eşyaya ‘’isim vermek’’tir. İmdi, eşyaya  ‘’isim vermek’’, eşyanın niteliklerini, karşılıklı ilişkilerini ve işleyiş/hareket kanunlarını bulma ya da keşfetme gücü demektir. Ben bir şeye ‘’ağaç’’,’’taş’’ veya ‘’elektron’’ dediğimde, onun hakkında bilgi sahibi olup bilgimi genişletebileceğimi, sınıflandırabileceğimi ve öngörüde (hakkında başka çıkarımlarda) bulunabileceğimi ifade ediyorumdur. Yani insan, diğer varlıklardan eşyanın (fizik bilimleri), insanın iç-yapısının (ruhiyat) ve zamansal süreçte insanın dış davranışlarının (tarih bilimleri) yaratıcı, özgün ve bilimsel bilgisine sahip olmakla ayrılır.

Prof.Dr.Fazlur Rahman, İslami Yenilenme Makaleler II, s.32.

Kur’an’ın insan hakkında en fazla yaptığı eleştiri onun ya ‘’düşüncesiz’’,’’dar-görüşlü’’,’’bencil’’,’’böbürlü’’,’’kafası küçük şeylere çalışan’’,’’başına buyruk’’,’’kendini herşeyin ölçüsü, başı ve sonu gördüğü’’ ya da bütün bunlara rağmen hemencecik koyu bir ‘’ümitsizliğe’’,’’çaresizlik hissi’’ne ve tam bir atalete saplanacak şekilde ‘’yanlızlık’’ duygusuna kapıldığıdır. İnsan gibi hemen alevlenip hemen sönen başka bir varlık yoktur.

Prof.Dr.Fazlur Rahman, İslami Yenilenme Makaleler II,s.33.

Kur’an’ın temel hedefi, insanda bu ‘’aşırı uçlar’’ arasında bir tutum/zihin hali yaratmak ve onu devam ettirmektir. Davranışlarda ‘’denge’’ ya da ‘’orta yol’’ çok önemli olsa da onun en önemli olduğu yer, şu anda meşgul olduğumuz ‘’zihinsel tutum’’ alanıdır. Zira, insan kendisini tahrif edip,bizzat varlığına ihanet etme ve sonunda bu aşırı uçlardan birisine saplanıp kalma halinde işlevini göremez hale gelir.’’Küfr’’; yani insana ahlaki canlılık veren Hayat Kaynağı’nın reddi budur. İnsan bu noktada, ya tamamen ümitsiz olur ya da kendisi dışındaki bir ölçüt veya standarda teslim olmasını sağlayacak alçak gönüllülükten yoksun hale gelir. Kur’an, bu iki tutum arasında bir ‘’zihin hali’’ yaratma çabasındadır ki, bu ancak kendini kontrol ve güven hali ile tanımlanabilir. İnsanın yaratıcı enerji ve niteliğinin en üst düzeye çıkarılabilmesinin –ki insan hayatının hedefi budur- tek yolu bu zihin halinin yoğunlaştırılmasıdır.’’Hiçbir şeye indirgenemez zihin hali dediğimiz iman budur ve bunun için ‘’küfr’’ün zıddıdır. Böylece, niçin orta halin iki tarafındaki aşırılık noktalarının, aslında aynı anlama geldiğini anlamak zor değildir. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi, Kur’an bunu şeytan örneği ile ortaya koyar. Şeytan, insanın üstün bilgisinin önünde aşırı kibirden dolayı eğilmeyi reddeder ve böylece Allah’a da karşı gelmiş olur. Fakat bununla yetinmemiştir. Bu aşırı ‘’benlik iddiası’’, onun ‘düşmesine’, evrenin olumlu güçlerinden tamamen yoksun kalmasına ve kendisini mutlak ve kaçınılmaz bir ümitsizliğe düşürmesine neden olmuştur.

Prof.Dr.Fazlur Rahman, İslami Yenilenme Makaleler II,s.34.

Allah’ın çok anlamlı ve müteallik hale geldiği yer, insan davranışları sahasıdır. Tabiatın olgusal yapısı hakkındaki bütün varsayımlarımız Allah’ı devreden çıkarabilirse, hatta çıkarırsa da (ki bu bir bütün olarak tabiat hususunda yapılamaz) insan düzeyinde Allah fikri,’’müminlerin dostu ve dualara/çabalara mukabele eden’’ gibi çok belirleyici, vazgeçilmez ve hayati bir rol kazanır. Bu da gösterir ki, Allah, diğer olgular arasında bir olgu olmayıp onlarla aynı mertebede değildir;O, bu olguların bir bütün olarak hareket ettiği ‘’mode’’dur. O, evrenin anlamıdır; O, olgular toplamının dayandığı ve bu toplama değer bahşeden veya ‘’başlangıç ve son’’ verendir; Kur’an’ın ifadeleriyle,’’Allah göklerin ve yerlerin nurudur’’(24/35) O olmaksızın, evrenin tek tek olguları bile olgular olarak kalamazlar. Dğer bir deyişle, Allah fikri işlevseldir, O ne olduğu veya olabileceği için değil yapmakta olduğu şey için gereklidir. Böyle düşüncelerledir ki Aristo, Tanrı’yı bir ordu kumandanına benzetir; çünkü Komutan, diğer askerler arasında bir asker değildir; aynı şekilde, Allah da olgular arasında ilave bir olgu değildir. Kumandan,’’düzeni’’ yani orduyu bir arada tutma işlevini temsil eder. Onsuz, der Aristo, ordu dağılır gider. Allah da işte böyle, hayat ve evrenin gidişatına anlamlılık ve düzen bahşeder.

Prof.Dr.Fazlur Rahman, İslami Yenilenme Makaleler II,s.39.

İkinci Mekke döneminin bir diliminde (yaklaşık 614’te) Musa’nın Kitab’ı,’’Kur’an’ın öncüsü ve örneği’’ olarak çok önem kazanır ve Mekke döneminde altı defa geçer. Böylece, Musa’nın kendisi de, İbrahim’in bütün diğer peygamberlerin üstünde baş-tevhidçi olarak takdim edilmesine kadar, istisnai bir ehemmiyet kesbeder. Bazı Batılı bilginlere göre (Nöldeke) ‘’Musa’nın Kitab’ı’’ sadece Ahd-i Atik’e değil, İncillere (Ahdi Cedid’e) de göndermede bulunur; sebebi de doğulu Hıristiyanların, Ahdi Atik’in, Ahdi Cedid’le bağlantısını sürekli vurgulamalarıdır. Eğer Musa, Doğu Hıristiyanlığında önemli idiyse, bu tez geçerli olabilir; çünkü o, yukarıda ifade edildiği gibi, Mekke döneminin sonlarında yerini İbrahim’e bırakıncaya kadar önem kazanmıştı.

Prof.Dr.Fazlur Rahman, İslami Yenilenme Makaleler II,s.66-67.

Kitapları eksik olsa da hem Yahudiler hem de Hıristiyanlar, Medine döneminde, Mekke’de olduğu gibi ‘’bölücülükle’’ suçlanmak yerine,(ayrı birer) ‘’dinsel topluluk’’ olarak kabul edilirler. Bu da, Yahudilerin kendi hayatlarında Tevrat’ı, Hıristiyanların da İncil’i uygulamalarının ve ona göre yaşamalarının caiz olmasını gerektirir. Bu toplumlar zaten, sadece ‘’kısmen ilahi olan Kitab’a göre’’ yaşıyor olacakları için, bu onlara iltimas olarak verilmiştir; ama iki toplumun İslam’a çağırılmasından da vazgeçilmez. Mamafih, Kur’an böyle bir tutumla, Peygamber’in, Musevi ve hıristiyanların kendisini ve birbirlerini kabul etmeyeceklerini anlamasıyla ortaya çıkan ve onu çok sıkıntıya sokan teolojik sorunu çözebilmektedir. Bu, tek Tanrı ve tek vahiy kaynağına rağmen aynı dinsel toplulukların varlığı sorunu, Kur’an’da sık sık gündeme getirilir ve bunun çözümünün Allah’ın nihai hükmünün bu dünyada verilmesini harekete geçirecek İlahi bir gizem olduğu ve açıklanamayacağı gibi geçici bir cevap ile çözüm her defasında ertelenir.(42:14; 6:35). Ancak 5:43-48’de, Ahdi Atik, Ahdi Cedid ve Kur’an’dan bahsedildikten sonra, cevap verilir: Allah’ın dini bir ve tek olsa da bu dinin kurumsal ifadesi (Şeriat) toplumlara göre değişir;’’(Allah hepinizi size verilen ile denesin, iyilikte yarışasınız diye’’(5:48).

 Prof.Dr.Fazlur Rahman, İslami Yenilenme Makaleler II,s.68.

İki toplum arasındaki bozuk ilişkilerin daha ziyade siyasal düzlemde karşımıza çıktığını belirtmek gerekmektedir. İlginçtir; bu İslam’ın başlangıcında böyleydi. İsrail’in doğuşundan sonra da böyle olmuştur. Bu yazının birinci bölümünde tartışılan malzemenin ortaya çıkardığı gibi, Hz.Muhammed ve Medine Yahudileri arasında dinsel çekişmeler elbette olmuş, Yahudiler (ve Hıristiyanlar) İslam’a çağırılmışlardı. Fakat bu çağrı, sadece Yahudilere yönelik bir şey değildir; İslam, bütün insanları davet etmiştir ve etmektedir. Ancak, bu ‘’çağrı’’ya rağmen, hem Hıristiyanlar, hem de Yahudiler, Kur’an tarafından, kendi vahyedilmiş Kitab’ına, kendi akide, ibadet ve kültürüne sahip muteber birer dinsel cemaat olarak kabul edilmiştir. Ancak, Medine ve Hayber Yahudilerinin sürgün edilmesine ve bazılarının katledilmesine yol açan durum, onların İslam düşmanlarıyla sürekli ittifaklarını içeren siyasal rolleri idi. Bu bir tarafa; İslam tarihi boyunca, Müslümanlar, Yahudileri ne siyasal güç, ne de özel iırk iddiasında bulunan dini bir geleneğin sahipleri olarak kabul etmemişlerdir. Üç büyük semitik dinden en az ırk ve köken bilincine sahip olanı İslam’dır ve İslam medeniyetinin çoğulcul (kozmopolitan) niteliğini ortaya çıkaran budur. Bundan dolayı Kur’an, Yahudilerin ‘’seçimiş ırk’’ olma iddialarını şiddetle reddederken, tarihsel İslam’ın, onların bu iddiasının bilincinde olduğuna dair en ufak bir işaret dahi göstermediği doğrudur. Halbuki Batı Hıristiyanlığı bunun çok daha fazla farkında olup, cezalandırma yoluyla buna kısmen tepkide bulunmuştur.

Prof.Dr.Fazlur Rahman, İslami Yenilenme Makaleler II, s.72.

Bununla bitmedi; çok sayıda Hıristiyan, Yahudiler’e yönelik, ızdırap veren bir suçluluk duygusu geliştirip, bunun hafifletimesi de birincil derecede önemli hale geldi. Araplar’ın; onlar nazarında ırken aşağı, dinsel olarak ‘’heretik’’ ve tamamen gayri medeni ve barbar olan Arapların haklarının ihlali ikinci kaygı durumuna geldi. Normatif (sahih) Hıristiyanlık’ta değilse de, tarihi Hırsitiyanlık’ta göze çarpan ilginç bir gerçek şudur: O, sevgiden bahsetse de bu sevgiyi büyütecek bir düşman yaratmak zorundadır. O, asırlarca Yahudiler ve elbette Müslümanlar ile beslendi, fakat şimdi onun yeni-keşif Yahudi sevgisi Arap düşmanlığıyla beslenmelidir. O, başkaları için bir kurbandan bahsederken, bizzat kendisine kurban edeceği bir ‘’öteki’’ bulmak zorundadır. Sanki psikolojik bir ‘’telafi kanunu’’ yürürlüktedir. Fakat Hıristiyanlığa ait ‘’bin yıllık barış ve selamet devresi inancı’’ hepsinin ötesinde önemli bir rol oynamış ve Hıristiyanlar’ı eğer Yahudilerin Filistin’e döneceği kehaneti doğal akışında gerçekleşmezse, kendilerinin müdahalesiyle gerçekleştirilmesi gerektiği inancıyla, tarihe bizzat müdahaleye sevk etmiştir. Yukarıda bahsettiğimiz, İsrail’in kurulması oyununda Hıristiyan binyılcılığının etkisiyle layıkıyla farkedilmemiştir.

Prof.Dr.Fazlur Rahman, İslami Yenilenme Makaleler II,s.74-75.

Politik alanda ise, ayrı ama tamamen ilişkisiz olmayan faktörler, ihtiyaçlar ve gayretler rol oynamıştır. Birinci Dünya Savaşı esnasında İngilizler, Almanlar’a karşı savaşı sürdürebilmek için acilen gelire ihtiyaç duyuyorlardı. Siyonist Yahudiler, parasal katkıları karşılığında Filistin’in kendilerine satılmasını istiyorlardı. O zamanların en büüyük emperyalist gücü olan Britanya –Lord Balfour, Siyonist Yahudiler’e, Filistin’de bir vatan taahhüd ettiği için- kendi hakkının bulunmadığı bir toprağı verme şansı yakaladı. Bundan dolayı İsrail, daha doğuşunda, kelimenin tam anlamıyla bir sömürge fenomeniydi. Yahudilerin yakın zamanlara kadar Hıristiyan Batı’da zor anlar geçirdikleri, büyük boyutlu eza ve katliamlara maruz kaldıkları ne inkar edilebilir ne de unutulabilir. Ancak şu da doğrudur ki, İsrail’in kuruluşu, hakkaniyetli kimsenin göz ardı edemeyeceği şartlar altında oluşmuştur. İsrail ve dostları bunun göz ardı edilmesine çabalamaktadırlar. Sık sık duyulan ‘’İsrail tehlikede’’ çanlar ve ‘’var olma hakkı Filistinli ‘teröristler’ tarafından tehlikeye düşürülüyor’’ çığlıkları, İsrail’in doğuşunun sömürgesel niteliğini gizlemek için icad edilen bir duman tabakasıdır. Burada önemli sorun şudur: Bile bile oluşturulmuş olan böyle bir miyopluk acaba başarı şansına sahip midir? ‘’İnsan herkesi, her zaman aptal yerine koyamaz.’’ Deyişi doğru ve anlamlıdır.

Prof.Dr.Fazlur Rahman, İslami Yenilenme Makaleler II,s.75-76.

İsrail destekçileri, onun o bölgede hakkıyla bulunduğunu ve var olma hakkını sorgulayan Arap ve Müslümanlar’ın gayri insanilikten sanık olduklarını düşünürler. Ne var ki, Araplar ve bütün Müslümanlar’a göre, İsrail’in bizzat menşei bozuktur; O günah içerisinde ve tecevüzle doğmuştur ve bu menşe onun karakterini belirlemektedir. 1967’de işgal edilen bölgeye Yahudi’lerin yerleşmesi, Kudüs’ün işgali, Irak nükleer tesislerinin bombalanması, Lüblan’da masum insanların katledilmesi gibi diğer tecavüzlerin Araplar ve Müslümanlar’a İsrail’in menşeini unutturacağını akıllarından geçirenler,sadece kendilerini kandırmaktadırlar. Evet, daha üstün bir güç, diğer bir gücü ezebilir; ama hiçbir süper gücün elinde, topyekün bir halkı ezecek vasıfta yoktur. Eğer Vietnam bu dersi öğretmediyse; değerli canlar, para, enerji ve hepsinin ötesinde rezil edici bir yenilgi şeklinde yapılan bütün fedakarlık boşa gitmiş, yazık olmuştur.

Prof.Dr.Fazlur Rahman, İslami Yenilenme Makaleler II,s.76-77.

Kelam ve hukuk arasında etkin bir akli (ve toplumsal) bağ, bir ahlak felsefesi tarafından kurulabilir. Ne var ki, bir ‘’doğru’’ ve ‘’yanlış’’ kuramı, yani bir ahlak felsefesi, İslam’ın dini (tefekkür) tarihinde hiçbir zaman oluşturulmamıştır. Ne, ‘’iyi’’ ve ‘’kötü’’nün akli değil şer’i olduğunu iddia eden Sünniler arasında böyle bir sistem ortaya çıkmış ne de Mutezile böyle bir gayrette bulunmuş görünmektedir. Hatta bizzat felsefeciler bile, bir ahlak felsefesini inşa edememişlerdir. Din çevreleri, kelamda kalıp, davranış alanını hukuka bırakırken, felesefeciler de saf metafizikle yetinip davranışlarla ilgilenmeyi yine hukuka bırakmıştır. Sufiler, hukuku gerçek anlamda’’iyi’’ hale getirebilmek için, ona kapsamlı bir manevi temizlik görüşü ilave etmişler ve ahlak felsefesinin yerine ‘’ilm esrar el-din’’ denilen bir ikame geliştirmişlerdir. Ne var ki, ilm esrar el-din, hakiki anlamda bir ahlak felsefesinin yerini, tabiatı gereği, alamazdı.

Prof.Dr.Fazlur Rahman, İslami Yenilenme Makaleler II,s.84-85.

Bir hükmün nedeni (illet) ve o hükmün maksadı/hedefi (hikmet) arasındaki ayrımı tartışan Yamani’ye göre, bu sadece ibadetlerle ilgilidir; seküler ve ticari konularda ise aynıdır. (Asıl onuya geçmeden ifade edelim ki), neredeyse herkes tarafından kabul edilen, İslam açısından dinsel ve seküler arasında bir ayrımın olmadığı fikri göz önünde bulundurulduğunda ‘’toplumsal alan’’ terimi, ‘’seküler alan’’dan daha uygun olabilirdi.

Müslüman sekülerciler ‘’dinsel’’i değişmez olanla,’’seküler’’i de değişen ile belirtmeyegayret etmektedirler. Ancak, bu ayrım kabul edilemez; çünkü toplumsal alanla ilgili ahlak değerleri de değişmez. İslam’da sadece bu ezeli ahlak değerleri değil, herhangi bir dönemin şartlarına göre bu ilkelerden çıkarsanmış yasalarda dinseldir. Öyle olmasaydı, mesela Şafiiler ve Hanefiler tarafından Kur’an ve Sünnet’ten çıkarsanmış olan İslam Hukukunun da seküler olduğunu söylemek zorunda kalırdık. Buradan anlaşılıyor ki, illet ve hikmet arasında bir ayrım yapılamaz.

Prof.Dr.Fazlur Rahman, İslami Yenilenme Makaleler II,s.91-92.

Onlardan birine bir kız evladı (nın doğumu) haber verildiğinde, keder ve hayal kırıklığını saklamaya çalışırken yüzü kapkara kesilir; (utancından), insanlardan gizlenir ve o çocuğu utanç içinde (hanesinde) tutsun mu yoksa toğrağa mı atsın diye düşünür durur. Onların hükmü ne de kötüdür.(16/59)

Kur’an bu uygulamaya tamamen son vermiştir. Ancak, buna dayanarak, İslam öncesi Arap yarımadasında kadının konumunun tamamiyle düşük olduğu hükmüüne varmamalıyız; çünkü, bırakınız hür kadını, esir bir kadın bile mal mülk kazanabilir ve ona sahip olabilirdi. Hz.Peygamber’in ilk hanımı Hatice, evlilikleri öncesinde Hz.Muhammed’in bir süre için idare ettiği bir işe sahipti ve evlilik sonrasında da ona maddi açıdan destek olmuştu. Hatice’ninki istisnai bir durum değildi; servet kontolünü ellerinde tutan başka kadınlar da vardı. İslam öncesi kadınları bize, Arap şiiirinin en hoş örneklerinden bazılarını da bırakmıştır. Onlar kabilelerinin erkeklerine sadece cesaret ilham etmekle kalmıyorlardı; aynı zamanda, bir erkeğin ‘’onurunun’’ (ırz) tam merkeziydi. O erkeğin ‘’mürüvvet’’i, kadının onurunun çiğnenmemesini gerektiriyordu. Ama diğer taraftan bu, kadının, erkek hayatındaki ‘’zayıf noktalar’’dan biri olduğu ve iyi korunması gerektiği anlamına da geliyordu. ‘’Fakat (kızım) Ümeyme’ye gelince’’, diyordu bir İslam öncesi Bedevi şair,’’ne onun yokluğundan korkuyorum, ne de uzun kara geceler sıkıntı çekerim yok diye… Benim tek korkum; eğer ondan önce ben ölürsem, onun bir kasap tezgahında (gelip birilerinin alacağı) et parçası olmasıdır’’ (Nicholson 1966:91). Ne gariptir; onur ve onurun korunması ile bu aşırı meşguliyet nedeniyledir ki, kız çocukları sonraları, yukarıdaki ayetin işaret ettiği gibi, tanrılar tarafından yok edilmesi tasvip edilen bir çeşit yüzkarasına ve onursuzluk noktasına dönüştürülmüştü. Gerçekten tuhaf bir dönüşüm; ama insani olaylarda hiç de nadir değil.

Prof.Dr.Fazlur Rahman, İslami Yenilenme Makaleler II,s.128.

Kur’an-ı Kerim’in esas amacı, kadının maruz kaldığı istismar ve kötü muamelelerin ortadan kaldırılması idi. Kadın, daha doğduğu anda öldürülmeye namzetti;babasının, onu, evleninceye kadar tahammül edilecek, utanç verici bir yük olarak görmesi hiç de az rastlanır şey değildi. Fakat, evlendiği zaman kocası tarafından hala utanılacak biri olarak görüldüğüne dair hiçbir açık bilgi bulunmamaktadır. Aksine o, bu durumda, korunacak hatta sevilecek biriydi. Her ne kadar erkeğin dışarda, kadının ise içeride (evde ya da çadırda) çalışması anlamında bir ‘’iş bölümü’’ mevcut idiyse de, bir kadının, insanlık açısından bir erkeğin aşağısında telakki edildiğini gösteren ssağlam bir delil yoktur. İslam öncesi Arapların en kutsal ibadeti olan Haccı, erkekler ve kadınlar eşit şekilde bireysel sorumlulukla ifa ediyorlardı. Bir çok Arap, ibadet ettikleri Tanrıçalarınn (hakikaten, öyle görünüyor ki, tanrılardan daha fazla tanrıçalar vardı) Allah’ın kızları olduklarına inanıyordu;onlar, bu ilahelerin insanlar için aracılık yaptıklarını kabul ediyorlardı. Kur’an onları sık sık, bizzat kendileri için istemedikleri şeyleri Allah’a yüklemeleri sebebiyle azarlar! Kur’an tarafından eleştirilen putperest tabulardan birisi de, Tanrı’ya adanan bazı hayvanların yavrularını sadece erkeklerin yiyebilecekleri, kadınlara yasak olduğu ile ilgilidir. Yavru ölü doğduğunda hem erkekler hem de kadınlar yiyebilirlerdi. Fakat bu tabunun, cinsiyet ayrımı açısından tam olarak ne anlama geldiğini bilmiyoruz.

Prof.Dr.Fazlur Rahman, İslami Yenilenme Makaleler II,s.129.

ÇARŞAF VE KADINLARLA ERKEKLERİN DOĞAL (İNHERENT) EŞİTLİĞİ 1

Kur’an-ı Kerim ne çarşafı ne de kadın ve erkeklerin mekansal olarak ayrı tutulmasını savunur; aksine o, cinsel iffet üzerinde ısrar eder. Tarihsel olarak şu da açıktır ki, Hz.Peygamber döneminde çarşaf diye bir şey yoktu; ne de Müslüman toplumların daha sonraları geliştirdikleri şekilde bir haremlik-selamlık (segragation) vardı. Gerçekten, Kur’an’ın iffet hususunda söyledikleri bunların olmadığına işaret eder. Eğer cinsiyetlerin ayrı tutulması diye bir şey söz konusu olsaydı, erkek ve kadınların iffetle davranmalarını istemenin herhangi bir manası olmazdı. Kur’an’ın bu bağlamdaki meşhur ayeti şudur:

(Ey Muhammed!) inanan erkeklere gözlerinin iffetine riayet etmelerini ve cinsel uzuvlarını örtmelerini söyle; bu, kendileri için daha iffetlicedir. Allah elbette onların ne yaptığını bilir. Mümin kadınlara da gözlerinin iffetini gözetmelerini, cinsel organlarını örtmelerini ve doğal olarak görünenler hariç, cezbedici yerlerini ortaya sermemelerini söyle; başörtülerini de göğüslerinin üstüne salsınlar…’’(24/31).

Prof.Dr.Fazlur Rahman, İslami Yenilenme Makaleler II,s.132.

ÇARŞAF VE KADINLARLA ERKEKLERİN DOĞAL (İNHERENT) EŞİTLİĞİ 2

Eğer erkek ve kadın daha o zamanlar ayrı tutuluyor idiyse ve bugün bildiğimiz anlamda hicab (çarşaf giyme) uygulanıyor idiyse; iki cinsiyetin de ‘’gözlerinin iffet’’inden bahsetmenin hiçbir anlamı olmazdı. ‘’Doğal olarak görünenler hariç çekici yerlerinizi (ziynetlerinizi) göstermeyin’’ ifadesindeki ‘’doğal olarak görünen ziynetler’’den maksat, otoritelerin büyük çoğunluğuna göre, yüz, kolun bilekle dirsek arasındaki kısmının yarısı, yüzük, halhal kına vb. gibi mücevherat ya da süs cinsinden herhangi bir takı veya süstür. Yine,’’ve başörtülerini göğüslerine kadar salsınlar’’ ifadesi de, yüzün kapatılmasının emredilmediğini gösteren açık bir delildir. 33:59-60’da, Resulullah’ın hanımları dahil, Müslüman kadınların gece dışarı çıktıklarında ‘’Müslüman kadınlar’’ oldukları fark edilsin ve rahatsız edilmesinler diye’’ dış giysilerini iyice örtmeleri istenmiştir ve Müslüman kadınları taciz eden ‘’münafıkların’’, bundan vazgeçmemeleri halinde de, sürülecekleri tehdidinde bulunulmuştur. Ancak, bu ayetlerde, bildiğimiz tarzda çarşafı gerekli kılan hiçbirşey yoktur. 33:30’da Hz.Peygamber’in zevceleri bir iffetsizlik belirtisine karşı bilhassa uyarılmışlar ve ‘’iki kat ceza’’ ile tehdit edilmişlerdir. 33:32 açıkça ortaya koyuyor ki,’’münafıklar’’ Peygamber zevceleri hakkındaki dedikodu düzme ve yaymaya ziyadesiyle arzuluydular. Bundan dolayı, Peygamber zevcelerine ‘’Allah’tan korkuyorlarsa, bir erkekle yüksek sesle konuşmamaları; ola ki kalbinde bir maraz varsa fırsattan istifade etmek isteyebileceğine’’ dair uyarıda bulunulmuştur. Fakat bu ayet, Peygamber eşlerine yönelik özel bir duruma işaret eder; çünkü Kur’an, onların ‘’Müminlerin annesi’’ olduklarını ilan etmişti.(33:6).

Prof.Dr.Fazlur Rahman, İslami Yenilenme Makaleler II,s.132-133.

Kur’an’ın bir kadından istediği şey, iyi bir eş olmasıdır ve Kur’an şunları ilave eder:

İyi kadınlar, sadık olanlar ve kocalarının yokluğunda kocalarına ait olanı Allah’ın onlardan istediği gibi koruyanlardır.(4:34)

Kur’an karı-koca ilişkisinden, genellikle ‘’sevgi ve merhamet’’ ilişkisi olarak bahseder ve kadının erkek için bir‘’manevi destek’’ olduğunu belirtir.(30:21). O, karı-kocanın birbirlerine desteklerini şöyle tavsiye eder:’’Onlar (hanımlarınız) sizin elbisenizdir ve siz de onların elbiselerisiniz’’(2:187). Buradaki ‘’elbiseler’’ kişinin zayıflık ve kusurlarını örten bir şey anlamındadır; bundan dolayıdır ki 7:26’da takva, ‘’en iyi elbise’’ olarak tasvir edilir ve 78:10’da da şöyle denir:’’Geceyi sizin için bir elbise, gündüzü de geçiminizi sağlamak maksadıyla çalışıp didinmeniz için yarattık’’. Kur’an’ın asıl düşüncesi tek-eşlilik yönündedir. Bir kocanın kalbinde eşine karşı sevgisizlik oluşmuş olsa bile, elinden geldiğinde onu boşamamasını tavsiye eden 4:19-20’ye göre, erkek bunu yapmazsa ve ‘’onun yerine (yani ona ilaveten değil) başka bir kadınla evlenmekte’’ ısrar ederse, ilk karısına verdiği herhangi bir hediyeyi,’’yığınla altın’’ olsa bile, geri almamalıdır.

Prof.Dr.Fazlur Rahman, İslami Yenilenme Makaleler II,s.135.

Kur’an, sosyo-ekonomik ilişkilerde erkek üstünlüğüne dair iki illet/sebep vermektedir: Erkek, daha üstündür; çünkü erkek evin geçimini tamamiyle salamakla yükümlüdür.

Bu iki faktör açıkça birbiriyle ilişkili olduğu için,’’daha üstün’’ ibaresinin anlamı iyi tespit edilmelidir. İmdi, Kur’an bu ibareyi oldukça sık bir şekilde sadece bir cinsiyetin diğerine göre değil, bazı insanların diğer bazılarına nazaran mal ve mülk edinmede veya başka şeylerde daha iyi performansa sahip olduğunu ima için kullanır. Dahası, bazı peygamberlerin icraatlarının, peygamber olarak biribirlerine karşı eşit konumda olmalarına rağmen, bazılarından daha iyi olduğu iyi olduğu ifade edilir. Bundan dolayı bu ibare, kişiler arasında doğuştan bir eşitsizliğe göndermede bulunmaz ve bulunamaz. Bu sebeple Kur’an muhtemelen şunu söylemektedir: Erkekler, toplumsal olarak faal asıl kişiler ve geçim sağlayıcılar oldukları için, ev harcamalarını ve kadınların masraflarını karşılamakla tamamen sorumlu tutulmuşlardır. Dolayısıyla, erkekler ekonomik faaliyetleri vasıtasıyla daha fazla hayat tecrübesi ve ameli bilgi kazandıkları için ‘’kadınların işlerini idarete’’ ve itaatsizlikleri durumunda onlara nasihat etme, yataklarında yalnız bırakma ve son tedbir olarak onları hırpalamaya selahiyet kazanmışlardır.

Prof.Dr.Fazlur Rahman, İslami Yenilenme Makaleler II,s.136.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder