aşk, âlemde mevcut yüce bir olgu, varlık devam ettikçe asla yok olmayacak ve daima her şeyin tabiatının merkezinde yer alan bir kavram olarak kalacaktır. Ey kardeşim! Bilmiş ol ki, bilgelerden bazıları aşktan bahsedip onu kötülemişlerdir. Onlar, âşıkların kötü hâllerini ve aşkın sebeplerinin çirkinliklerini anlatıp aşkın bir rezillik olduğunu zannetmişlerdir. Bir kısım bilgeler ise diğerlerinin aksine aşkın şahsi bir fazilet olduğunu söyleyip aşkı övmüş ve âşıkların güzel hâllerini hatırlatarak aşkın sebeplerini methetmişlerdir. Bazı bilgeler de aşkın illetlerine ve sebeplerine hakkıyla vâkıf olamamış ve bunların ince anlamlarını kavrayamamışlardır. Onlar, aşkın insana arız olan bir hastalık olduğunu zannetmişlerdir. Başka bilgeler de aşkı boş gezen insanların işi sanmışlardır. And olsun ki, aşk, sevgilinin (maşûkun) derdinden, onu sıkça anmaktan, her işinde onu düşünmekten, ona yönelik gönül fırtınalarından, ona karşı delice aşkından ve ona ulaşma çabasından başka her şeyi âşığın kalbinden siler atar. Ancak gizli işler ve ince sırlardan haberi olmayan, yalnızca duygulara yansıyan ve duyulara görünen incelikleri bilmeyen insanların zannettiği gibi aşk tembel aylakların işi değildir.
Bilgelerden bazıları
aşkın; varlıkların diğer çeşitlerini bırakıp bir çeşidine, diğer bütün
şahısları bırakıp, çok anarak ve gereğinden fazla önem vererek bir şahsa yahut
diğer şeyleri bırakıp yalnız tek bir şeye aşırı meyil ve istek gösterme olduğunu
iddia etmişlerdir. Aşk sadece bu hâl olsaydı insanlardan âşık olmayan kalmazdı.
Çünkü diğer şeylere rağmen bir şeye aşırı meyli ve sevgisi olmayan hiçbir insan
yoktur. Tabiplerin çoğu bu hâle kara sevda (malihulya) adını verirler.
Bilgelerin (hakîm)
bazıları ise “Aşk, ceset bakımından birbirine benzeyen tabiata yani kendi
türüne benzeyen surete doğru nefiste baskın hale gelmiş/güçlü bir istektir”
demişlerdir. Bazılarına göre ise aşk, şiddetli birleşme arzusudur.
Ey kardeşim! Bil ki,
bilge ve filozofların söylediği gibi madem insan bedeninde (cesede bürünmüş) üç
çeşit nefis vardır, öyleyse sevilenler (maşûk) de üç çeşittir. Birincisi,
bitkisel (nebatî) nefis olup bunun aşkı yiyecek, içecek ve üreme arzusu gibi
şeylerdir. İkincisi, hayvansal nefis olup bunun aşkı öfke, düşmanına ve etrafına
galip gelme hevesi, baş olma sevdası gibi şeylerdir. Üçüncü ve en yücesi, insana
özel olan nefs-i nâtıka, yani düşünen nefistir. Bunun aşkı ise marifet ve fazilet
kazanma sevgisidir.
doğumu esnasında Ay
veya Zühre ve Zuhal’in etkilediği insanın karakterinde şehvânî nefs’in
yiyecek ve içeceklerle bunları toplama, biriktirme ve saklamaya yönelik kuvveti
ağır basar. Eğer insan doğumu esnasında Merih ve Zühre ya da Ay’ın etkisinde
kalırsa karakterinde cinsel birleşme ve cinsel eylemlere yönelik şehvet egemen
olur. Güneş ve Merih’in hâkim olduğu dönemde doğan insanın karakterinde ezme,
egemenlik kurma ve başkan olma arzusuna yönelik kızgın nefsin (nefs-i
gazabiyye) şehveti galip olur. Güneş Merkür (Utarid) ve Jüpiter (Müşterî)’in
etkili olduğu dönemde dünyaya gelen kişinin karakterindebilgi ve kültüre,
erdemleri elde etmeye ve adaletli olmaya yönelik olan düşünen nefsin(nefs-i
natıka) şehvetleri baskın olur.
“Aşk şiddetli bir
birleşme özlemi ve arzusudur” şeklindeki sözünün açıklamasına dönelim. Bize
göre birleşme rûhânî durumlara ve nefsânî hâllere ait bir özelliktir. Çünkü
cismânî durumlarda birleşme mümkün olmaz. Cismânî durumlar için sadece yan yana
gelme, karışma ve birbirine temas etme söz konusu olabilir. Birleşmeye gelince,
bu bölümlerde açıklayacağımız üzere nefsânî durumlar içinde gerçekleşebilir. Ey
kardeşim! Bil ki, aşkın başlangıcı ve temeli bir bakış yahut diğerlerini bırakıp
yalnız bir şahsa yönelmektir. Böylece aşk, sanki toprağa atılan bir tane, henüz
yeni dikilmiş bir fidan yahut rahime yeni düşmüş taze embriyo gibi bir şey olur.
Bundan sonra gerçekleşen sevgiliye bakışlar ve onunla geçen zamanların hepsi bu
yeni dikilmiş aşk fidanını sulamak mesabesindedir. Günler geçtikçe aşk, bir
ağaç yahut cenin oluncaya kadar gelişir ve büyür. Bu esnada âşığın bütün maksadı
ve gayreti sevgilisine yaklaşmaya çalışmaktır. Eğer bunu başarırsa o zaman sevgilisiyle
yalnız kalmayı ve onunla sohbet etmeyi temenni eder. Ancak bütün bu hâllerin
hiçbiri onun sevgilisine duyduğu şevki ve arzuyu azaltmaz, aksine artırır ve
yoğunlaştırır.
Sonra bil ki, hayatın
ruhu nemli bir buhardır. Bu buhar rutubetten ve kandan çıkar, bütün bedende
doğar ve gelişir, bedenin ve vücudun canlılığı bundan kaynaklanır. Bu ruhun
maddesi kalpteki yapısal harâreti rahatlatmak için sürekli olarak teneffüs ile
içe çekilen havadan kaynaklanır. Âşık ile maşûk kucaklaştıklarında, öpüştüklerinde
birbirlerinin ağızlarının suyunu emip yuttuklarında bu sıvılar midelerine
girerek burada mevcut olan rutubetlerle karışır ve bu karışım oradan
karaciğerin özüne ulaşır, burada kanın unsurlarıyla karışır, damarlar aracılığıyla
bedenin bütün uç noktalarına kadar yayılır, bedenin bütün parçalarıyla karışarak
ete, kana, yağa, damara, sinire ve bunlara benzer diğer bedensel unsurlara dönüşür.
“Yaratılışta aşk
olmasaydı bütün bu faziletler gizli kalır, ortaya çıkamaz ve bu rezaletler de
anlaşılamazdı.” Söylediğimiz bu şeylerden açıkça anlaşılmaktadır ki, sevgi
ve aşk varlığın tabiatında ortaya çıkan bir fazilet, büyük bir hikmet, ilginç
bir ruhsal özelliktir. Yüce Allah’ın yarattıklarının içine onu yerleştirmesi
onlara bir ihsanı ve onların yararına olan şeylerdeki desteğidir. Onlara
kendini tanıtıcı bir rehberlik ve emirlerini daha çok yerine getirmeğe
bir teşviktir.
Düşünen nefisler ilim
ve marifetlerden lezzet alırlar. Çünkü bilgilerin suretleri onların
tamamlayıcıları ve onların faziletlerini olgunlaştırıcıdır. Onların şanı yüce
olan Yaratıcıları nezdindeki en yüksek amaç ve hedeflerine ulaştırıcıdır. Bu
hususta Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Muktedir bir hükümdarın katında doğruluk
meclisindedirler.” (54\55) Sonra bil ki, bu hâller şehvetli (şehvânî)
ve kızgın (gazabî) nefse uygun değildir. Fakat gaflet ve cehalet
uykusundan uyanır, basiret gözü açılır, kendi âlemini müşahede eder, kendinin başlangıç
(mebde) ve sonunu (meâd) anlar, Rabbine özlem duyar, âşığın
sevgilisine duyduğu türden bir iştiyak ve coşkuyla Yaratıcısına yönelirse bütün
bu hâller düşünen nefse yaraşır. Yüce Allah şu âyetiyle bu duruma işaret
etmiştir: “…Müminlerin Allah’a olan sevgisi daha güçlü bir sevgidir…”
(2\165) Yani O’nun dışındaki her sevgiliden daha büyük bir sevgiyle severler. Sonra
bil ki, her nefis bir şeyi sevdiğinde ona özlem ve iştiyak duyar, onu ister,
her neredeyse ona yönelir ve gözü onun dışında hiçbir şeyi görmez, ondan başkasına
ilgi göstermez.
Sonra bil ki, her kim
bir şeyi severse onu özler ve onun için deli divâne olur. Ancak her ne zaman
ona ulaşır, ondan sevdiği şeyleri alır, ihtiyaç duyduğu şekilde ondan istifade
eder ve ona kavuşmanın lezzetine doyarsa bir gün mutlaka ondan ayrılır, usanır
veya ona karşı tutumu değişir. Var olan tatlılık gider, sevimlilik ve güler yüz
kaybolur, özlem ve coşkunun ateşi söner. Sadece Allah’ı seven müminler ve O’na
özlem duyan sâlih kulları bu hâlden müstesnadır. Zira onlar ebediyete kadar her
gün sevdiklerine yakınlaşırlar. Bu yakınlık sonsuza kadar artarak devam eder.
Yüce Allah şu âyette kendisinden başkasını sevenlere şöyle işaret etmektedir: “İnkâr
edenlere gelince; onların amelleri ıssız bir çöldeki serap gibidir. Susamış
kimse onu su sanır. Yanına geldiğinde hiçbir şey bulamaz. (Tıpkı bunun gibi
kâfir de hesap günü amellerinden bir şey bulamaz)…” (24\39)
Hz. Musa (a.s.)’dan şu haber
rivayet edilmiştir. O Rabbine seslenerek: “Rabbim! Seni nerede bulabilirim?”
dedi. Yüce Allah cevap olarak “Kalpleri Benim için kırık olanların yanında”
buyurdu.
Sonra bil ki, aşkın
nefislerin yapısındaki varlığı, nefsin bedenleri ve onlara ait güzellikleri
çekici bulması, cezbedici sevgilere duyduğu özlemin en üst amacı onları gaflet
uykusu ve cehalet mahmurluğundan uyandırmaktır. Dahası onu terbiye etmek, üst
makamlara çıkarmak, duyulara ait cismânî işlerden akla ait manevi olanlara ve
cisim rütbesinden ruhsal güzelliklere yükseltmektir.
Nefis daha önce kendi
dışında aradığı şeyi kendi cevherinde bulur. Bu durumda âşık gerçekte sevdiği
ve âşık olduğu şeyin “sevgilim” dediği şahsın üzerinde gördüğü resim ve
suretlerden ibaret olduğunun farkına varır, anlar. Oysa bugün onları nefsine
nakşedilmiş, cevherine işlenmiş, zâtına resmedilmiş olarak değişmeden bâkî
olduğunu görür. Akıllı ve anlayışlı kişi bu anlattıklarımızı düşündüğü zaman
gaflet uykusundan ve cehalet mahmurluğundan uyanır, kendine gelir, kendi
cevherini kazanır, başkalarına muhtaç olmaktan kurtulur. Onun hâli âşığın şu şiirinde anlattığı duruma
benzer:
Daha önce ben bir yere
alışıktım.
İnkâr edilemez bir
yürek yangını
içimi dostlara özlemle
dolduruyordu.
Şimdi ise gittiğim
yerden bir çıkışım yok.
Zira kölelerin
efendilerden kurtuluşu yoktur.
Bu durumda onun ruhu
yorgunluklardan, sıkıntılardan ve başkalarıyla beraber olmanın acılarından
kurtulur. Şairlerin şiirlerinde dile getirdikleri ve hâllerinden şikâyet
ettikleri gibi cisimlere âşık olan ve bedenleri sevenlerin maruz kaldığı
hastalıklardan nefis şifa bulur. Bazı şairler şöyle demiştir:
Aşkı çok lezzetli bulsa
bile
dünyada âşıktan daha
zavallı kimse yoktur.
Her zaman onu ağlarken
görürsün.
Zira ya ayrılıktan
korkar
ya da özlem yüreğini
yakar.
Uzakta olursa ona
hasretinden
Yanında olursa ayrılık
korkusundan ağlar.
Şüphesiz Allah ilk
maşûktur. Felek sadece O’na duyduğu özlemden dolayı, en tama hâller, en
mükemmel gayeler, en üstün sonlar üzere sürüp gidecek olan devamlılık ve beka
sevgisiyle döner.
Sonra bil ki, bu
nurların ve güzelliklerin başından sonuna kadar yayılmasının/ sirayetinin
örneği, dolunaylı bir gecedeki ışık ve aydınlığın ayın cevherinin cisminden
çıkarak havada, güneşten doğarak ayın cisminin üzerinde, tümel (küllî)
nefsin aydınlatmasından doğarak güneşin ve diğer yıldızların tümünün üzerinde,
tümel akıldan doğarak nefsi küllî üzerinde ve Yaratıcı’nın feyzi ve
aydınlatmasından doğarak aklı küllî üzerinde yayılmasıdır. Nitekim Yüce Allah “Allah
göklerin ve yerin nurudur” (24\35) buyurmuştur.
Belirttiğimiz bu
hususlar ile Allah’ın ilk sevgili (maşûk) olduğu, bütün varlıkların ona
özlem duyup yöneldiği ve her işin ona döndüğü açıkça ortaya çıkmıştır. Zira
bütün varlıklar; varlıklarını, içinde bulundukları durumu, varlıklarını sürdürmelerini
ve en iyi hâle gelmesini O’na borçludurlar. Çünkü mutlak varlık O’dur. Sonsuza
kadar var olma (bekâ) ve ebedîlik de tamlık, mükemmellik ve eksiksizlik de
O’na aittir. Yüce Allah zalimlerin ve cahillerin söylediklerinden çok yücedir.
Ey kardeşim! Allah dost (veli) ve seçkin kullarına vaat ettiği gibi seni
ona ulaştırsın ve nurunu tamamlasın! Nitekim Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Kıyamet
gününde, erkek ve kadın tüm müminlerin nurları önlerinden ve sağlarından
gider, işte o inananlar diyecekler ki: “Ey Rabbimiz! Nurumuzu tastamam
yap, bağışla bizi. Şüphesiz sen her şeye kadirsin.»” (66\8) Allah
seni, bizleri ve bütün değerli kardeşlerimizi sapasağlam yolda yürümeğe
muvaffak kılsın, seni, bizleri ve bütün değerli kardeşlerimizi doğruluk ve
olgunluk yoluna iletsin. Şüphesiz ki o, kullarına karşı çok şefkatli ve
merhametlidir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder