‘’İnsan yaratılmışları yönetmek yeteneğiyle sivrilmiş, bu uğurda güçlüklere göğüs germek, onlar için aklen en elverişli bulunanı araştırmak, iyi ve güzel olanları tercih edip bunlara aykırı düşenlerden sakınmakla mümtaz kılınmıştır. Bu hususları bilmenin yolu ise nesne ve olayları incelemek suretiyle aklı kullanmaktan ibarettir, başka bir yöntem de mevcut değildir. Ayrıca fevkalade durumların ortaya çıkışı ve şüphelerin üşüşüp gelişi halinde herkesin sığınacağı şey tefekkür ve istidlalden ibarettir.’’*
• Maturidi, Kitabu’t-Tevhid Tercümesi,s.14
(s.29-30)
Te’vilâtu’l-kur’ân adlı eserinin başında tefsir ile te’vil
arasında bir ayırım yaparak, eğer bu kısım sonradan ilave edilmediyse, bu iki
kavrama kendinden önce yüklenmeyen anlamlar yüklenmiştir. Ona göre, tefsir
Allah’ın muradının ne olduğu konusunda kesin bir fikir beyan etmektir. Te’vil
ise, Allah’ın muradının ne olduğu konusunda kesin hüküm vermeksizin muhtemel
olanlardan sadece birisini tercih etmektir. Birincisini sahabeye ikincisini
ise, sonraki nesillerden dinde fakih olanlara hasretmiştir. Bu yaptığı
te’villeri, sadece sahibini bağlayan te’viller olarak görmüş ve bunları
kutsallaştırma yoluna gitmemiştir. Te’vile imkan tanıyabilmek için,’’Her kim
Kuran hakkında kendi reyiyle bir şey söylerse ateşteki yerini hazılasın’’(1)
hadisini ‘’Her kim kendi reyiyle Kuran’ı tefsir ederse, ateşteki yerine
hazırlansın’’şeklinde alarak, reyle tefsir yapılamayacağını, ancak te’vil
yapılabileceğini iddia etmiştir.(2) Öyle sanıyoruz ki, o, Ebu Hanife’nin
te’ville ilgili görüşlerinden etkilenerek böyle bir ayırıma gitmiştir…
…Maturidi’nin anlayışına göre, te’vilde, mutlaklık değil
görecelik söz konusudur. Ayetleri te’vil ederken dilsel analizlere, akli ve
teolojik temellendirmelere başvurması ve te’vilde göreceliği öne çıkarmasından
hareketle, onun İslam düşüncesinde anlambilime ve yorumbilime kapı aralayan ilk
kişilerden biri olduğunu söyleyebiliriz. Yorumda akla ve reye daha fazla bir
nüfuz alanı tanımakla birlikte, nadiren de olsa hadislere ve sahabe tefsirine
de başvurmuştur. Yalnız ayetleri te’vil ederken, diğer müfessirlere kıyasla
nadiren hadis kullanan Maturidi, delil olarak kullandığı hadisleri senediyle ve
lafzıyla aynen nakletmek yerine, mana olarak rivayeti tercih etmiştir.
1.Tirmizi, Ebu İsa Muhammed b.İsa,Sünen,İstanbul 1992,
V199-200
2. Maturidi, Te’vilatu’l-kur’an,thk.Bekir Topaloğlu ve
dğr,Mizan Yayınevi,İstanbul 2005, I,3
(s.30-32)
Maturidi, bilgi kaynakları arasında ilham, kalbe doğma
(keşf) ve sezgiye mutlak bilgi olarak yer vermemekte, bunları bilgi kaynağı
olarak kabul edenleri şiddetle eleştirmektedir.(1)…
…Maturidi, ilham ve sezgiye dayalı olarak bilgi elde
ettiğini iddia edenlerin birbirinden farklı sonuçlara ulaşmasına bakarak, böyle
bir iddiayı çelişkili bulur. Çünkü, eğer bu bilginin kaynağı tek bir varlık,
yani Allah olsaydı, ortaya konulan dini inançların farklı olmaması ve kişilerin
birbirini nakzetmemesi gerekirdi. Diğer taraftan bu bilginin doğruluğunu veya
yanlışlığını akıl veya kur’a yoluyla tayin etmek de mümkün değildir. Bu sebeple
ilham ve keşf, herkesin kabul edebileceği bir bilgi veremez ve gerçeğe
ulaştıramaz.(2)
1.Geniş bilgi için bkz.Kitabu’t-Tevhid,s.6
2.Maturidi,Kitabu’t-Tevhid,s.6. el-Maturidi’nin ilham ve
sezgiyle ilgili görüşleri hakkında geniş bilgi için bkz. Hanifi
Özcan,Maturidi’de Bilgi Problemi,İstanbul 1993,s.128-131
(s.32)
MATURİDİ’NİN
DİYANET-SİYASET AYRIMI:
‘’İmamların Kureyş’ten olması’’ konusunda her mezhep, farklı
görüşler ileri sürmüştür. Ancak, Maturidi, diğerlerinden farklı olarak,
diyanet-siyaset ayrımına giderek, bu rivayetteki hilafetin Kureyş’e tahsisini,
diyaneten değil siyaseten doğru olduğunu savunmuş ve bu görüşünü şöyle
açıklamıştır: Dini açıdan, imam olacak kişinin, öncelikle Allah’tan çok
sakınan, insanların problemlerini çözmede en basiretli ve onların yararına olan
şeyleri en iyi bilen birisi olması gözetilmeli ve bu şartları taşıyan kim
olursa olsun imamet ona verilmelidir. Çünkü Allah’ın kitabı böyle
istemektedir:’’…Muhakkak ki, Allah yanında en değerliniz,O’ndan en çok
sakınanınızdır…’’(1) Mal ve mülkün emanet edildiği kişiler, bu görevi takva
vasıtasıyla yerine getirebilirler. Bu sebeple, bu konuda diyanet açısından
gözetilmesi gereken şey takvadır.(2) Öyle anlaşılıyor ki, Maturidi’ye göre,
İmamların Kureyş’ten olması fikri, ister Peygamberin sözü
olsun ister sahabe böyle istemiş olsun, bu dini olmaktan çok, siyasi ve
sosyolojik bir tercihtir. Böyle bir tercihi iki önemli sebebe dayandırmaktadır.
Birincisi, imamet, dini bir yönü olmakla beraber, aynı zamanda idari ve siyasi
bir konudur. Bu yüzden imam olacak kişinin, takvanın yanı sıra, küçük
düşürülmemiş ve nefret edilmeyen bir nesebe mensup olmasına ihtiyaç vardır.
Ayrıca Kur’an, Kureyş lehçesiyle inmişti. Bu yüzden, imamet, sürekli olarak bu
görevi ellerinde tutan ve saygınlığıyla tanınan Kureyş kabilesine tahsis
edildi. Diğer taraftan soy ve nesebin, insanları iyi ve güzel davranışlara sevk
eden, kötü ve çirkin davranışlardan uzak tutan şeylerden biri olduğu da bir
gerçektir. Böyle kişiler emaneti daha iyi koruyabilirler…
…İkincisi, alimler evlilik ve nikah konusunda Kureyş’i diğer
kabile ve soylardan üstün gördüler. Başkalarını bu konularda onlara denk
görmediler. Bu sebeplerden dolayı Rasulullah, onlara bu şekilde davrandı.
Hilafetin durumu da aynı şekildedir.(3) Maturidi’nin diyanet-siyaset ayrımı
yapması ve birincisini peygamberlere, ikincisini ise kral/meliklere tahsis
etmesi, dönemine kadar konuyla ilgili yapılmış tartışmalar ve ileri sürülen
görüşlerle mukayese edildiğinde son derece ilginçtir. Buradan hareketle,
Peygamber’in diyanet/nübüvvet görevinin, Allah tarafından kendisine verilmiş
bir görev iken, devlet başkanlığı ilahi bir misyon olayıp Kureyş’e mensubiyeti
dolayısıyla kendi siyasi tercihiyle olduğu söylenebilir.
1.Hucurat 49/13
2.Nesefi, Maturidi’nin bu görüşlerini onun bize ulaşmayan
Makâlât adlı eserinden aktarmaktadır. Bkz.en-Nesefi,Ebu’l-Mu’in Meymun
b.Muhammed (508/1114), Tabsiratu’l-edille fi usul-i-din,thk.Claude Selame,1992,
II,829.
3.Nesefi, Tabsiratu’l-edille, II,830. Nesefi, aynı yerde
Maturidi’nin Makâlât’ından naklen hilafetin sorumluluk ve yetki alanlarına dair
görüşlerini nakletmektedir. Bkz.Tabsiratu’l-edille, II,830-831
(s.34-36)
MATURİDİ’NİN BİLGİ KURAMINDA ‘HABER’ –
1. Resulün Haberi (Haberu’r-resül)
Maturidi, haberlerin bilgi kaynağı olarak kabul edilmesinin
aklen zorunluluğunu ortaya koyduktan sonra, Hz.Peygamber’in Allah’tan getirdiği
haberin de benimsenmesinin zorunluluğundan bahseder. Çünkü Peygamber’in
Allah’tan getirdiği haberler, doğru haberlerdir ve doğruluklarını kanıtlayan
mucizelere sahip olmaları dolayısıyla peygamberlerin haberlerinin inkar
edilmesi mümkün değildir. Dolayısıyla onların getirdikleri haberin doğruluğu
akıl tarafından doğrulanmıştır…
…Resulün haberiyle ilgili açıklamalarından, kastettiği şeyin
vahiy/Kur’an olduğu açıktır. O, Kur’an’ı akli bir mucize olarak görmektedir.
Çünkü Kur’an, Hz.Peygamber tarafından insanlara tebliğ edildiği vakit, o
dönemin belağatçileri, hakimleri, şairleri ve dilcilerine meydan okumuştur ve
hiç kimse onun bir benzerini getirmeye muvaffak olamamıştır. Bu anlamda Kuran,
akli bir mucize olup, mutlak ve doğru bilgiyi içermektedir. Bundan dolayı, ona
göre, Kur’an’ın dışındaki ‘’akli delillere ve Kur’an’a aykırı olan her
haber,reddedilmelidir.
* Maturidi, Tevilatu’l-kur’an,thk.Bekir Topaloğlu ve
dğr.,Daru’l-Mizan,İstanbul 2009, XIV,113
(s.40)
MATURİDİ’NİN BİLGİ KURAMINDA ‘HABER’ –
2. Resulden Gelen Haber (Haber mine’r-resül
a) Mütevatir Haber: Maturidi, mütevatir haber için kendinden
önceki alimlerden ve hadisçilerden farklı bir tanım geliştirmiştir. Ondan
öncekiler, yalan üzerinde ittifakları mümkün olmayan sayıdaki kişilerin Peygamber’den
rivayet ettikleri haberleri mütevatir haber olarak tanımlaşmışlardır. Maturidi
ise, mütevatir haberi, yanılmaları ve yalan söylemeleri muhtemel bulunan
kişiler yoluyla Peygamber’den bize ulaşan haberler olarak tanımlamaktadır.
Çünkü onlar, peygamberler gibi doğruluk ve masumiyetlerini kanıtlayacak
herhangi bir delil ve belgeye sahip değildir. Eğer haberin yalan olmasına
hiçbir şekilde ihtimal verilmiyorsa, bu haber Peygamber’in haberi gibidir.
• Maturidi, Kitabu’t-Tevhid, s.8
(s.41)
Süleyman Uludağ’a göre ‘’Maturidiliğin fikir ve görüşleri,
Osmanlı Devleti gibi, tarihin en büyük ve en uzun ömürlü Türk-İslam devleti
için felsefi ve nazari bir temel olma görevini yapabilecek nitelikte
değildi.’’(1) Bu değerlendirme bize göre yanlış olup, gerçekleri
yansıtmamaktadır. Maturidi kelam sisteminin Eşari ekolünden çok daha felsefi ve
tutarlı olduğuna daha önce işaret etmiştik. Yine aynı yazara göre, ‘’onun için
diğer İslam devletlerinde olduğu gibi Osmanlılarda da Eşarilik alaka ve rağbet
görmüştür. Maturidiliği –olduğunun tam aksine- felsefi bir temel olmayacak
şekilde görüp, buna alternatif olarak Eşariliği göstermek, kanaatimizce
isabetli olmadığı gibi, haksız bir değerlendirme olmaktadır. Maturidi ekolüne
has, bilhassa Ebu’l-Mu’in Nesefi tarafından geliştirilen ‘’semantik metod’’
bugünün dil felsefesi değil midir? Günümüz felsefesinin önemli bir dalı olan
dil felsefesini, asırlarca önce yapmaya çalışan bir ekol, nasıl olur da felsefi
bir temel olma görevini yapabilecek nitelikte olamaz? Ayrıca Maturidiliğin
böyle bir iddia içinde olduğuna dair bir kanıtın mevcut olmadığına da burada
işaret etmekle yetineceğiz. Bu metod bırakılmayıp devam ettirilseydi, kelam
ilminin boyutları bugün çok daha değişik olacak, İslam inanç ve felsefesi çok
daha felsefi, etkili ve akılcı bir şekilde izah edilebilecekti. Dolayısıyla,
Maturidiliği bu açıdan tenkid edip alternatif olarak Eşariliği göstermek,
isabetli ve haklı bir değerlendirme olmaktan uzaktır. Tam aksine, Maturidi
kelamı, felsefi bir kelam olma görevini yapabilecekken ona yer verilmemesi,
Osmanlı Devleti’nin fikri ve dini yapısı için büyük bir kayıp olmuştur. Bu
kaybın menfi etkileri günümüzde dahi müşahede edilmektedir.
Uludağ’ın değerlendirmelerinde açık bir çelişki de
mevcuttur. Maturidi ile ilgili, yukarıdaki ifadelerden birkaç cümle önce
Maturidilikten şu şekilde bahsetmektedir:’’…İmam Maturidi’nin hiçbir eserinin
Ebu’l-Mu’in Nesefi’nin Maturidi mezhebinin, ikinci derecede değerli eseri olan
Tabsiratu’l-Edille’nin ve Sabuni’nin üçüncü derecede bir kaynak eseri olan
el-Kifaye’sinin basılmamış, okunmamış ve okutulmamış olması, Maturidi mezhebi
hesabına bir talihsizlik, ilim adına şanssızlık ve fikir tarihi namına acınacak
bir durumdur.
Bizim de aynen paylaştığımız bu görüşlere katılmamak mümkün
değildir. Ancak Maturidi görüşü yansıtan eserlerin basılmamış ve okutulmamış
olması talihsizlik, şanssızlık ve acınacak bir durum olarak değerlendirilirken,
birkaç cümle sonra Maturidiliğin felsefi bir temelden yoksun olduğu şeklindeki
ifadeler nasıl bağdaştırılacaktır? Felsefi bir temel yoksa, bu eserlerin
okutulmamış olması şanssızlık, talihsizlik ve acınacak bir durum olmamalı,
bilakis isabetli bir davranış olarak kabul edilmeli değil midir?
Şu hususa da kısaca temas etmeden geçemeyeceğiz.
Maturidi’nin Te’vilat ehl es-sunne veya kısaca Te’vilat olarak bilinen dev
eseri (henüz yazma halindedir) biraz olsun tedkik edilecek olsa, ne denli
felsefi bir temeli olduğu kolayca müşahede edilecektir. Netice olarak
Maturidiliği bu şekilde takdim etmek isabetsiz, gerçekleri yansıtmayan ve
haksız bir değerlendirme olmaktadır.
1. Uludağ,’’Önsöz’’,Kelam İlmi ve İslam Akaidi
(Taftazani’nin Şerhu’l-Akaid) içnde,s.34
Prof.Dr.Mehmet Sair YAZICIOĞLU, ‘’Maturidi Kelam Ekolünün
İki Büyük Siması:Ebu Mansur Maturidi ve Ebu’l Mu’in Nesefi’’ makalesinden..
(s.176-178)
Bize göre Eşari eserlere yer verilmesinin önemli
sebeplerinden birisi, bilhassa Nesefi’de görülen, yukarıda kısaca temas
ettiğimiz,’’semantik metod’’un zorluğu olsa gerektir. Ayrıca Eşari, Mutezile ve
Yunan kültüründen etkilenen bir ilim ortamının tesiri altında yetiştiği halde,
Maturidi ve Nesefi bu ortamdan bir hayli uzak bir bölgece bulundukları için,
böyle bir etkilenme onlar için söz konusu olmamıştır. İslam aleminde genellikle
Meşşai felsefesi hakim olduğundan dolayı, Eşari ekolü daha çok tutunmuş ve daha
geniş bir bölgeye yayılmıştır. Bazı düşünürler de Maturidi’nin ihmaline sebep
olarak, Ehl-i Sünnet içinde Eşariliği tek doktrin kılma arzusunu göstermektedirler.(1)
1.bkz.Tancî,’’Abu Mansur el-Maturidi’’,s.1.
Prof.Dr.Mehmet Sair YAZICIOĞLU, ‘’Maturidi Kelam Ekolünün
İki Büyük Siması:Ebu Mansur Maturidi ve Ebu’l Mu’in Nesefi’’ makalesinden..
(s.178)
MATURİDİ’YE GÖRE FIKIH KAVRAMI
İmam Maturidi, fıkhı ‘’bir şeyi başkasına delalet eden
manasıyla bilmektir’’ diye tanımlar. Tanımda geçen ‘’başkası’’ ifadesinin
benzer olsun olmasın, bir şeyin delaletiyle bilinen her şeyi kapsayacağını
belirtir.’’(1) Bir başka yerde ise fıkhı, ‘’bir şeyi başkasına delalet eden
benzeriyle birlikte bilmek yahut görünenden (şâhid) hareketle görünmeyeni
(gâ’ib) bilmek yahut açık (zahir) olandan hareketle gizli ve kapalı (hafi ve
batın) olanı bilmektir’’ diye tanımlar.(2) Maturidi’nin fıkıh tanımında iki
temel unsur yer almaktadır:1) Ele alınan, incelenen şeyi bilmek: Bu şey şâhid,
zahir ve asl diye isimlendirilir. 2) Bilinen o şeyin manasının delalet ettiği
diğer şeyleri bilmek: Bu diğer şey ise gâ’ib, hafi, batın, gâmiz ve fer’ diye
isimlendirilir. Birinci kategoride olanlar, kendiliklerinden bilinen şeyler
iken, ikinci kategoride olanların bilgisine birincilerden hareketle ulaşılır.
İşte fıkıh, ‘şey’i tek başına bilmekten öte bir anlam ifade etmekte; o şeyi,
anlamına nüfuz ederek, bağlantılı olduğu diğer şeylerle birlikte bir bütün
içinde kavramak gibi daha derin bir anlam taşımaktadır. Dolayısıyla, kapalı
olan şeyin, bilinmesine vasıta olan birinci şeyle benzer olma zorunluluğu
yoktur. Mesela, Maturidi’ye göre bir kimse yaratılmışları taşıdıkları manayla
birlikte bilirse, bu bilgi onu yaratıcının bilgisine ulaştırır. Oysa bu
örneklerde zikredilen hususlar (yaratılan-yaratıcı, dünya-ahiret) birbirine
benzer şeyler değildir. Maturidi ne demek istediğini daha açmak için fıkıh
kavramını ‘ilm’ kavramıyla karşılaştırır. Ona göre her ne kadar fıkıh ve ilim
kavramları hakikatte bir tek manaya raci iseler de, yine de aralarında bir
yönden ayrılık vardır. Çünkü ilim, şeyi ona (şahsa) tecelli ettirir ve zuhuru
bizatihidir. Fıkıh ise istidlal yoluyla başkasını tanıtır. Bu sebeple eşya
Allah’a tecelli ettiğinden Allah için ‘alîm’ denilir;ancak, eşyayı akıl
yürütmeyle bilmediği için ona ‘fakih’ denmez.(3) Allah, eşyayı başkaları ve
benzerleri aracılığıyla değil, doğrudan (bizatihi) bilir. Fakih ise eşyayı
başkaları, benzerleri ve delilleri vasıtasıyla bilir. (4) Bu bakımdan düşünme
ve araştırma gerektiren hususlarda kullanılacak lafız ‘fıkıh’, duyma ve habere
dayalı bilgilerde kullanılacak lafız ‘ilim’ olup, Kuran’da bu şekilde
kullanılmıştır.(5)
1.Maturidi, Te’vilat,V.787a.
2. Maturidi, Te’vilat,V.569a. Bir başka yerde ise fıkıh
sayesinde şâhidle gâibin, zâhirle gâmizin ve asılla fer’in bilgisine
ulaşılacağını ifade eder.Bkz.age, V.59a.
3. Maturidi, Te’vilat,V.787a.
4. Maturidi, Te’vilat,V.224a.
5. Maturidi, Te’vilat,V.788a.
Doc.Dr.Şükrü ÖZEN,İmam Ebu Mansur el-Maturidi’nin Fıkıh
Usulünün İnşâsı, makalesinden...
(s.231-232)
MATURİDİ’YE GÖRE İCMA
Maturidi’ye göre icma, istinbat ve din işlerine riayet
vasıflarıyla tanınan fakihlerin bir konuda emir veya yasak bulunduğunda
birleşmeleridir.(1) Maturidi, icmâın dini konularda geçerli bir delil olduğunu
ispat için şu ayetlere referansta bulunur:
1.’’İşte bu şekilde vasat bir ümmet yaptık.’’(Bakara 2/143)
2.’’Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve doğrularla birlikte
olun’’(Tevbe 9/119)
3.’’Hidayeti anladıktan sonra Peygamber’e karşı gelen ve
müminlerin yolundan başkasına uyanları döndüğü yere çevirir, cehenneme yaslarız.
(Orası) ne kötü dönüş yeridir!’’(Nisa 1/115)
4.’’Ey iman edenler! Allah’a itaat edin;Peygamber’e ve
sizden olan emir sahiplerine (ulû’l-emr) itaat edin. Bir konuda görüş
ayrılığına düşerseniz, onu Allah’a ve Peygamber’ine havale edin.’’(Nisa 4/59)
Maturidi’ye göre birinci ayette zikredilen vasat kelimesi
adaletli demek olduğuna göre, Allah bu ümmetin âdil olduğunu haber vermiştir.
Adaletli kişi, şahitlik yapmaya ve şahitliği kabul edilmeye layık olandır. Âdil
diye nitelenen ve şahitliği geçerli sayılan bu ümmet bir hususta birleştiği ve
ona şahitlik yaptığı zaman, bunu kabul edip ona göre hüküm vermek ve bunun
Allah katından vaki olmuş bir şey olduğuna şahitlik etmek gerekir. İkinci
ayette ise, müminlere Allah’ın dininde doğru olanlarla birlikte olmak
emredilmiştir;ki, sözlerini kabul etmek gerekmeseydi onlarla birlikte olma
emrinin bir anlamı olmazdı. Dolayısıyla, içlerindeki doğru kimselere uymaları
gerekeceği haber verilmiştir. Üçüncü ayette sözü edilen müminlerin yolu, Allah
katında hak olan bir şey olmasaydı başkasına uyulması halinde bu şekilde
cehennem tehdidi caiz olmazdı. Dördüncü ayette görüş ayrılığına düşüldüğünde
Kuran’a ve Hz.Peygamber’in sünnetine başvurmanın emredilmiş olması görüş
ayrılığı bulunmadığında, yani ortada icmâ varken Kitap ve Sünnet’e müracaat
emredilmediğini gösterir. Bir diğer ayette (Nisa 4/83) ulû’l-emr tabirinin
istinbat yeteneğine sahip olanlar için kullanılması ve onların bir bütün olarak
kendilerine getirilen hususlar hakkında bilgi sahibi olduklarının belirtilmiş olması,
icmâ ettikleri konularda isabetli olduklarına delalet eder. Çünkü bu, Allah
katında murad-ı ilahiye uygun demektir.(2)
1. Maturidi, Te’vilat,V.141a.
2. Maturidi, Te’vilat,V.27b,140b,141a-b,317b. Ayrıca
bkz.Abdulaziz el-Buhari, Keşfu’l-Esrar, III,472
Doc.Dr.Şükrü ÖZEN, İmam Ebu Mansur El-Maturidi’nin Fıkıh
Usulünün İnşası makalesinden…
(s.244-245)
Hazırlayan: Emre Koç
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder