15 Eylül 2013 Pazar

İmam Maturidi ve Maturidilik \ Sönmez Kutlu



‘’İnsan yaratılmışları yönetmek yeteneğiyle sivrilmiş, bu uğurda güçlüklere göğüs germek, onlar için aklen en elverişli bulunanı araştırmak, iyi ve güzel olanları tercih edip bunlara aykırı düşenlerden sakınmakla mümtaz kılınmıştır. Bu hususları bilmenin yolu ise nesne ve olayları incelemek suretiyle aklı kullanmaktan ibarettir, başka bir yöntem de mevcut değildir. Ayrıca fevkalade durumların ortaya çıkışı ve şüphelerin üşüşüp gelişi halinde herkesin sığınacağı şey tefekkür ve istidlalden ibarettir.’’*

• Maturidi, Kitabu’t-Tevhid Tercümesi,s.14

(s.29-30)

Te’vilâtu’l-kur’ân adlı eserinin başında tefsir ile te’vil arasında bir ayırım yaparak, eğer bu kısım sonradan ilave edilmediyse, bu iki kavrama kendinden önce yüklenmeyen anlamlar yüklenmiştir. Ona göre, tefsir Allah’ın muradının ne olduğu konusunda kesin bir fikir beyan etmektir. Te’vil ise, Allah’ın muradının ne olduğu konusunda kesin hüküm vermeksizin muhtemel olanlardan sadece birisini tercih etmektir. Birincisini sahabeye ikincisini ise, sonraki nesillerden dinde fakih olanlara hasretmiştir. Bu yaptığı te’villeri, sadece sahibini bağlayan te’viller olarak görmüş ve bunları kutsallaştırma yoluna gitmemiştir. Te’vile imkan tanıyabilmek için,’’Her kim Kuran hakkında kendi reyiyle bir şey söylerse ateşteki yerini hazılasın’’(1) hadisini ‘’Her kim kendi reyiyle Kuran’ı tefsir ederse, ateşteki yerine hazırlansın’’şeklinde alarak, reyle tefsir yapılamayacağını, ancak te’vil yapılabileceğini iddia etmiştir.(2) Öyle sanıyoruz ki, o, Ebu Hanife’nin te’ville ilgili görüşlerinden etkilenerek böyle bir ayırıma gitmiştir…

…Maturidi’nin anlayışına göre, te’vilde, mutlaklık değil görecelik söz konusudur. Ayetleri te’vil ederken dilsel analizlere, akli ve teolojik temellendirmelere başvurması ve te’vilde göreceliği öne çıkarmasından hareketle, onun İslam düşüncesinde anlambilime ve yorumbilime kapı aralayan ilk kişilerden biri olduğunu söyleyebiliriz. Yorumda akla ve reye daha fazla bir nüfuz alanı tanımakla birlikte, nadiren de olsa hadislere ve sahabe tefsirine de başvurmuştur. Yalnız ayetleri te’vil ederken, diğer müfessirlere kıyasla nadiren hadis kullanan Maturidi, delil olarak kullandığı hadisleri senediyle ve lafzıyla aynen nakletmek yerine, mana olarak rivayeti tercih etmiştir.

1.Tirmizi, Ebu İsa Muhammed b.İsa,Sünen,İstanbul 1992, V199-200
2. Maturidi, Te’vilatu’l-kur’an,thk.Bekir Topaloğlu ve dğr,Mizan Yayınevi,İstanbul 2005, I,3

(s.30-32)

Maturidi, bilgi kaynakları arasında ilham, kalbe doğma (keşf) ve sezgiye mutlak bilgi olarak yer vermemekte, bunları bilgi kaynağı olarak kabul edenleri şiddetle eleştirmektedir.(1)…

…Maturidi, ilham ve sezgiye dayalı olarak bilgi elde ettiğini iddia edenlerin birbirinden farklı sonuçlara ulaşmasına bakarak, böyle bir iddiayı çelişkili bulur. Çünkü, eğer bu bilginin kaynağı tek bir varlık, yani Allah olsaydı, ortaya konulan dini inançların farklı olmaması ve kişilerin birbirini nakzetmemesi gerekirdi. Diğer taraftan bu bilginin doğruluğunu veya yanlışlığını akıl veya kur’a yoluyla tayin etmek de mümkün değildir. Bu sebeple ilham ve keşf, herkesin kabul edebileceği bir bilgi veremez ve gerçeğe ulaştıramaz.(2)

1.Geniş bilgi için bkz.Kitabu’t-Tevhid,s.6
2.Maturidi,Kitabu’t-Tevhid,s.6. el-Maturidi’nin ilham ve sezgiyle ilgili görüşleri hakkında geniş bilgi için bkz. Hanifi Özcan,Maturidi’de Bilgi Problemi,İstanbul 1993,s.128-131

(s.32)

 MATURİDİ’NİN DİYANET-SİYASET AYRIMI:

‘’İmamların Kureyş’ten olması’’ konusunda her mezhep, farklı görüşler ileri sürmüştür. Ancak, Maturidi, diğerlerinden farklı olarak, diyanet-siyaset ayrımına giderek, bu rivayetteki hilafetin Kureyş’e tahsisini, diyaneten değil siyaseten doğru olduğunu savunmuş ve bu görüşünü şöyle açıklamıştır: Dini açıdan, imam olacak kişinin, öncelikle Allah’tan çok sakınan, insanların problemlerini çözmede en basiretli ve onların yararına olan şeyleri en iyi bilen birisi olması gözetilmeli ve bu şartları taşıyan kim olursa olsun imamet ona verilmelidir. Çünkü Allah’ın kitabı böyle istemektedir:’’…Muhakkak ki, Allah yanında en değerliniz,O’ndan en çok sakınanınızdır…’’(1) Mal ve mülkün emanet edildiği kişiler, bu görevi takva vasıtasıyla yerine getirebilirler. Bu sebeple, bu konuda diyanet açısından gözetilmesi gereken şey takvadır.(2) Öyle anlaşılıyor ki, Maturidi’ye göre,
İmamların Kureyş’ten olması fikri, ister Peygamberin sözü olsun ister sahabe böyle istemiş olsun, bu dini olmaktan çok, siyasi ve sosyolojik bir tercihtir. Böyle bir tercihi iki önemli sebebe dayandırmaktadır. Birincisi, imamet, dini bir yönü olmakla beraber, aynı zamanda idari ve siyasi bir konudur. Bu yüzden imam olacak kişinin, takvanın yanı sıra, küçük düşürülmemiş ve nefret edilmeyen bir nesebe mensup olmasına ihtiyaç vardır. Ayrıca Kur’an, Kureyş lehçesiyle inmişti. Bu yüzden, imamet, sürekli olarak bu görevi ellerinde tutan ve saygınlığıyla tanınan Kureyş kabilesine tahsis edildi. Diğer taraftan soy ve nesebin, insanları iyi ve güzel davranışlara sevk eden, kötü ve çirkin davranışlardan uzak tutan şeylerden biri olduğu da bir gerçektir. Böyle kişiler emaneti daha iyi koruyabilirler…

…İkincisi, alimler evlilik ve nikah konusunda Kureyş’i diğer kabile ve soylardan üstün gördüler. Başkalarını bu konularda onlara denk görmediler. Bu sebeplerden dolayı Rasulullah, onlara bu şekilde davrandı. Hilafetin durumu da aynı şekildedir.(3) Maturidi’nin diyanet-siyaset ayrımı yapması ve birincisini peygamberlere, ikincisini ise kral/meliklere tahsis etmesi, dönemine kadar konuyla ilgili yapılmış tartışmalar ve ileri sürülen görüşlerle mukayese edildiğinde son derece ilginçtir. Buradan hareketle, Peygamber’in diyanet/nübüvvet görevinin, Allah tarafından kendisine verilmiş bir görev iken, devlet başkanlığı ilahi bir misyon olayıp Kureyş’e mensubiyeti dolayısıyla kendi siyasi tercihiyle olduğu söylenebilir.

1.Hucurat 49/13
2.Nesefi, Maturidi’nin bu görüşlerini onun bize ulaşmayan Makâlât adlı eserinden aktarmaktadır. Bkz.en-Nesefi,Ebu’l-Mu’in Meymun b.Muhammed (508/1114), Tabsiratu’l-edille fi usul-i-din,thk.Claude Selame,1992, II,829.
3.Nesefi, Tabsiratu’l-edille, II,830. Nesefi, aynı yerde Maturidi’nin Makâlât’ından naklen hilafetin sorumluluk ve yetki alanlarına dair görüşlerini nakletmektedir. Bkz.Tabsiratu’l-edille, II,830-831

(s.34-36)

MATURİDİ’NİN BİLGİ KURAMINDA ‘HABER’ –

1. Resulün Haberi (Haberu’r-resül)

Maturidi, haberlerin bilgi kaynağı olarak kabul edilmesinin aklen zorunluluğunu ortaya koyduktan sonra, Hz.Peygamber’in Allah’tan getirdiği haberin de benimsenmesinin zorunluluğundan bahseder. Çünkü Peygamber’in Allah’tan getirdiği haberler, doğru haberlerdir ve doğruluklarını kanıtlayan mucizelere sahip olmaları dolayısıyla peygamberlerin haberlerinin inkar edilmesi mümkün değildir. Dolayısıyla onların getirdikleri haberin doğruluğu akıl tarafından doğrulanmıştır…

…Resulün haberiyle ilgili açıklamalarından, kastettiği şeyin vahiy/Kur’an olduğu açıktır. O, Kur’an’ı akli bir mucize olarak görmektedir. Çünkü Kur’an, Hz.Peygamber tarafından insanlara tebliğ edildiği vakit, o dönemin belağatçileri, hakimleri, şairleri ve dilcilerine meydan okumuştur ve hiç kimse onun bir benzerini getirmeye muvaffak olamamıştır. Bu anlamda Kuran, akli bir mucize olup, mutlak ve doğru bilgiyi içermektedir. Bundan dolayı, ona göre, Kur’an’ın dışındaki ‘’akli delillere ve Kur’an’a aykırı olan her haber,reddedilmelidir.

* Maturidi, Tevilatu’l-kur’an,thk.Bekir Topaloğlu ve dğr.,Daru’l-Mizan,İstanbul 2009, XIV,113

(s.40)

MATURİDİ’NİN BİLGİ KURAMINDA ‘HABER’ –

2. Resulden Gelen Haber (Haber mine’r-resül

a) Mütevatir Haber: Maturidi, mütevatir haber için kendinden önceki alimlerden ve hadisçilerden farklı bir tanım geliştirmiştir. Ondan öncekiler, yalan üzerinde ittifakları mümkün olmayan sayıdaki kişilerin Peygamber’den rivayet ettikleri haberleri mütevatir haber olarak tanımlaşmışlardır. Maturidi ise, mütevatir haberi, yanılmaları ve yalan söylemeleri muhtemel bulunan kişiler yoluyla Peygamber’den bize ulaşan haberler olarak tanımlamaktadır. Çünkü onlar, peygamberler gibi doğruluk ve masumiyetlerini kanıtlayacak herhangi bir delil ve belgeye sahip değildir. Eğer haberin yalan olmasına hiçbir şekilde ihtimal verilmiyorsa, bu haber Peygamber’in haberi gibidir.

• Maturidi, Kitabu’t-Tevhid, s.8

(s.41)

Süleyman Uludağ’a göre ‘’Maturidiliğin fikir ve görüşleri, Osmanlı Devleti gibi, tarihin en büyük ve en uzun ömürlü Türk-İslam devleti için felsefi ve nazari bir temel olma görevini yapabilecek nitelikte değildi.’’(1) Bu değerlendirme bize göre yanlış olup, gerçekleri yansıtmamaktadır. Maturidi kelam sisteminin Eşari ekolünden çok daha felsefi ve tutarlı olduğuna daha önce işaret etmiştik. Yine aynı yazara göre, ‘’onun için diğer İslam devletlerinde olduğu gibi Osmanlılarda da Eşarilik alaka ve rağbet görmüştür. Maturidiliği –olduğunun tam aksine- felsefi bir temel olmayacak şekilde görüp, buna alternatif olarak Eşariliği göstermek, kanaatimizce isabetli olmadığı gibi, haksız bir değerlendirme olmaktadır. Maturidi ekolüne has, bilhassa Ebu’l-Mu’in Nesefi tarafından geliştirilen ‘’semantik metod’’ bugünün dil felsefesi değil midir? Günümüz felsefesinin önemli bir dalı olan dil felsefesini, asırlarca önce yapmaya çalışan bir ekol, nasıl olur da felsefi bir temel olma görevini yapabilecek nitelikte olamaz? Ayrıca Maturidiliğin böyle bir iddia içinde olduğuna dair bir kanıtın mevcut olmadığına da burada işaret etmekle yetineceğiz. Bu metod bırakılmayıp devam ettirilseydi, kelam ilminin boyutları bugün çok daha değişik olacak, İslam inanç ve felsefesi çok daha felsefi, etkili ve akılcı bir şekilde izah edilebilecekti. Dolayısıyla, Maturidiliği bu açıdan tenkid edip alternatif olarak Eşariliği göstermek, isabetli ve haklı bir değerlendirme olmaktan uzaktır. Tam aksine, Maturidi kelamı, felsefi bir kelam olma görevini yapabilecekken ona yer verilmemesi, Osmanlı Devleti’nin fikri ve dini yapısı için büyük bir kayıp olmuştur. Bu kaybın menfi etkileri günümüzde dahi müşahede edilmektedir.

Uludağ’ın değerlendirmelerinde açık bir çelişki de mevcuttur. Maturidi ile ilgili, yukarıdaki ifadelerden birkaç cümle önce Maturidilikten şu şekilde bahsetmektedir:’’…İmam Maturidi’nin hiçbir eserinin Ebu’l-Mu’in Nesefi’nin Maturidi mezhebinin, ikinci derecede değerli eseri olan Tabsiratu’l-Edille’nin ve Sabuni’nin üçüncü derecede bir kaynak eseri olan el-Kifaye’sinin basılmamış, okunmamış ve okutulmamış olması, Maturidi mezhebi hesabına bir talihsizlik, ilim adına şanssızlık ve fikir tarihi namına acınacak bir durumdur.

Bizim de aynen paylaştığımız bu görüşlere katılmamak mümkün değildir. Ancak Maturidi görüşü yansıtan eserlerin basılmamış ve okutulmamış olması talihsizlik, şanssızlık ve acınacak bir durum olarak değerlendirilirken, birkaç cümle sonra Maturidiliğin felsefi bir temelden yoksun olduğu şeklindeki ifadeler nasıl bağdaştırılacaktır? Felsefi bir temel yoksa, bu eserlerin okutulmamış olması şanssızlık, talihsizlik ve acınacak bir durum olmamalı, bilakis isabetli bir davranış olarak kabul edilmeli değil midir?

Şu hususa da kısaca temas etmeden geçemeyeceğiz. Maturidi’nin Te’vilat ehl es-sunne veya kısaca Te’vilat olarak bilinen dev eseri (henüz yazma halindedir) biraz olsun tedkik edilecek olsa, ne denli felsefi bir temeli olduğu kolayca müşahede edilecektir. Netice olarak Maturidiliği bu şekilde takdim etmek isabetsiz, gerçekleri yansıtmayan ve haksız bir değerlendirme olmaktadır.

1. Uludağ,’’Önsöz’’,Kelam İlmi ve İslam Akaidi (Taftazani’nin Şerhu’l-Akaid) içnde,s.34
Prof.Dr.Mehmet Sair YAZICIOĞLU, ‘’Maturidi Kelam Ekolünün İki Büyük Siması:Ebu Mansur Maturidi ve Ebu’l Mu’in Nesefi’’ makalesinden..

(s.176-178)

Bize göre Eşari eserlere yer verilmesinin önemli sebeplerinden birisi, bilhassa Nesefi’de görülen, yukarıda kısaca temas ettiğimiz,’’semantik metod’’un zorluğu olsa gerektir. Ayrıca Eşari, Mutezile ve Yunan kültüründen etkilenen bir ilim ortamının tesiri altında yetiştiği halde, Maturidi ve Nesefi bu ortamdan bir hayli uzak bir bölgece bulundukları için, böyle bir etkilenme onlar için söz konusu olmamıştır. İslam aleminde genellikle Meşşai felsefesi hakim olduğundan dolayı, Eşari ekolü daha çok tutunmuş ve daha geniş bir bölgeye yayılmıştır. Bazı düşünürler de Maturidi’nin ihmaline sebep olarak, Ehl-i Sünnet içinde Eşariliği tek doktrin kılma arzusunu göstermektedirler.(1)

1.bkz.Tancî,’’Abu Mansur el-Maturidi’’,s.1.
Prof.Dr.Mehmet Sair YAZICIOĞLU, ‘’Maturidi Kelam Ekolünün İki Büyük Siması:Ebu Mansur Maturidi ve Ebu’l Mu’in Nesefi’’ makalesinden..

(s.178)

MATURİDİ’YE GÖRE FIKIH KAVRAMI

İmam Maturidi, fıkhı ‘’bir şeyi başkasına delalet eden manasıyla bilmektir’’ diye tanımlar. Tanımda geçen ‘’başkası’’ ifadesinin benzer olsun olmasın, bir şeyin delaletiyle bilinen her şeyi kapsayacağını belirtir.’’(1) Bir başka yerde ise fıkhı, ‘’bir şeyi başkasına delalet eden benzeriyle birlikte bilmek yahut görünenden (şâhid) hareketle görünmeyeni (gâ’ib) bilmek yahut açık (zahir) olandan hareketle gizli ve kapalı (hafi ve batın) olanı bilmektir’’ diye tanımlar.(2) Maturidi’nin fıkıh tanımında iki temel unsur yer almaktadır:1) Ele alınan, incelenen şeyi bilmek: Bu şey şâhid, zahir ve asl diye isimlendirilir. 2) Bilinen o şeyin manasının delalet ettiği diğer şeyleri bilmek: Bu diğer şey ise gâ’ib, hafi, batın, gâmiz ve fer’ diye isimlendirilir. Birinci kategoride olanlar, kendiliklerinden bilinen şeyler iken, ikinci kategoride olanların bilgisine birincilerden hareketle ulaşılır. İşte fıkıh, ‘şey’i tek başına bilmekten öte bir anlam ifade etmekte; o şeyi, anlamına nüfuz ederek, bağlantılı olduğu diğer şeylerle birlikte bir bütün içinde kavramak gibi daha derin bir anlam taşımaktadır. Dolayısıyla, kapalı olan şeyin, bilinmesine vasıta olan birinci şeyle benzer olma zorunluluğu yoktur. Mesela, Maturidi’ye göre bir kimse yaratılmışları taşıdıkları manayla birlikte bilirse, bu bilgi onu yaratıcının bilgisine ulaştırır. Oysa bu örneklerde zikredilen hususlar (yaratılan-yaratıcı, dünya-ahiret) birbirine benzer şeyler değildir. Maturidi ne demek istediğini daha açmak için fıkıh kavramını ‘ilm’ kavramıyla karşılaştırır. Ona göre her ne kadar fıkıh ve ilim kavramları hakikatte bir tek manaya raci iseler de, yine de aralarında bir yönden ayrılık vardır. Çünkü ilim, şeyi ona (şahsa) tecelli ettirir ve zuhuru bizatihidir. Fıkıh ise istidlal yoluyla başkasını tanıtır. Bu sebeple eşya Allah’a tecelli ettiğinden Allah için ‘alîm’ denilir;ancak, eşyayı akıl yürütmeyle bilmediği için ona ‘fakih’ denmez.(3) Allah, eşyayı başkaları ve benzerleri aracılığıyla değil, doğrudan (bizatihi) bilir. Fakih ise eşyayı başkaları, benzerleri ve delilleri vasıtasıyla bilir. (4) Bu bakımdan düşünme ve araştırma gerektiren hususlarda kullanılacak lafız ‘fıkıh’, duyma ve habere dayalı bilgilerde kullanılacak lafız ‘ilim’ olup, Kuran’da bu şekilde kullanılmıştır.(5)

1.Maturidi, Te’vilat,V.787a.
2. Maturidi, Te’vilat,V.569a. Bir başka yerde ise fıkıh sayesinde şâhidle gâibin, zâhirle gâmizin ve asılla fer’in bilgisine ulaşılacağını ifade eder.Bkz.age, V.59a.
3. Maturidi, Te’vilat,V.787a.
4. Maturidi, Te’vilat,V.224a.
5. Maturidi, Te’vilat,V.788a.
Doc.Dr.Şükrü ÖZEN,İmam Ebu Mansur el-Maturidi’nin Fıkıh Usulünün İnşâsı, makalesinden...

(s.231-232)

 MATURİDİ’YE GÖRE İCMA

Maturidi’ye göre icma, istinbat ve din işlerine riayet vasıflarıyla tanınan fakihlerin bir konuda emir veya yasak bulunduğunda birleşmeleridir.(1) Maturidi, icmâın dini konularda geçerli bir delil olduğunu ispat için şu ayetlere referansta bulunur:

1.’’İşte bu şekilde vasat bir ümmet yaptık.’’(Bakara 2/143)
2.’’Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve doğrularla birlikte olun’’(Tevbe 9/119)
3.’’Hidayeti anladıktan sonra Peygamber’e karşı gelen ve müminlerin yolundan başkasına uyanları döndüğü yere çevirir, cehenneme yaslarız. (Orası) ne kötü dönüş yeridir!’’(Nisa 1/115)
4.’’Ey iman edenler! Allah’a itaat edin;Peygamber’e ve sizden olan emir sahiplerine (ulû’l-emr) itaat edin. Bir konuda görüş ayrılığına düşerseniz, onu Allah’a ve Peygamber’ine havale edin.’’(Nisa 4/59)

Maturidi’ye göre birinci ayette zikredilen vasat kelimesi adaletli demek olduğuna göre, Allah bu ümmetin âdil olduğunu haber vermiştir. Adaletli kişi, şahitlik yapmaya ve şahitliği kabul edilmeye layık olandır. Âdil diye nitelenen ve şahitliği geçerli sayılan bu ümmet bir hususta birleştiği ve ona şahitlik yaptığı zaman, bunu kabul edip ona göre hüküm vermek ve bunun Allah katından vaki olmuş bir şey olduğuna şahitlik etmek gerekir. İkinci ayette ise, müminlere Allah’ın dininde doğru olanlarla birlikte olmak emredilmiştir;ki, sözlerini kabul etmek gerekmeseydi onlarla birlikte olma emrinin bir anlamı olmazdı. Dolayısıyla, içlerindeki doğru kimselere uymaları gerekeceği haber verilmiştir. Üçüncü ayette sözü edilen müminlerin yolu, Allah katında hak olan bir şey olmasaydı başkasına uyulması halinde bu şekilde cehennem tehdidi caiz olmazdı. Dördüncü ayette görüş ayrılığına düşüldüğünde Kuran’a ve Hz.Peygamber’in sünnetine başvurmanın emredilmiş olması görüş ayrılığı bulunmadığında, yani ortada icmâ varken Kitap ve Sünnet’e müracaat emredilmediğini gösterir. Bir diğer ayette (Nisa 4/83) ulû’l-emr tabirinin istinbat yeteneğine sahip olanlar için kullanılması ve onların bir bütün olarak kendilerine getirilen hususlar hakkında bilgi sahibi olduklarının belirtilmiş olması, icmâ ettikleri konularda isabetli olduklarına delalet eder. Çünkü bu, Allah katında murad-ı ilahiye uygun demektir.(2)

1. Maturidi, Te’vilat,V.141a.
2. Maturidi, Te’vilat,V.27b,140b,141a-b,317b. Ayrıca bkz.Abdulaziz el-Buhari, Keşfu’l-Esrar, III,472
Doc.Dr.Şükrü ÖZEN, İmam Ebu Mansur El-Maturidi’nin Fıkıh Usulünün İnşası makalesinden…

(s.244-245)


Hazırlayan: Emre Koç

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder