Kuran’ın takvayı telkin etmedeki bütün çabası, insanı bu gelip geçici hayatın üstüne çıkartmaya, böylece de,onun, davranışlarını uzun vadeli hedefleri ve ‘’işlerin sonu’’nu gözeten sağlam bir temele oturtmasına yöneliktir.
(s.29)
Hem ferdî hem de toplumsal seviyede takva nasıl korunabilir?
Bir ferd yada toplumun takvayı koruyup koruyamayacağı hususu
bir tarafa, Kuran’ın cevabı son derece basittir. İnsan her zaman için kendi
ahlaki yaratılışını ve varlıklar içerisindeki konumunu göz önünde tutmalıdır.
Kuran’ın insanda gördüğü temel kusur, insanın kendisi hakkındaki görüşünün
ahlakça çok zayıf olduğundur. Bundan dolayı o, önemsiz şeylere dalıp giden bir
zihin dargörüş ve çileden çıkarıcı bir bencillikle hareket eder. Bu, siyasi,
toplumsal, ekonomik ve dahası dini, bütün insani davranış alanında böyledir.
İnsan çok zayıf/akılsız ve kıt düşünceli (önemsiz şeylere kafası işleyen)dir.
(17/100;4/28).’’İnsan doğası kararsızdır. Başına bir fenalık gelince feryad
eder; iyi şeylere kavuşunca da onun başkalarına da ulaşmasını
engeller’’(70/19-21). Hakikaten bu husus Kuran’da öylesine devamlılık ve
kuvvetle zikredilir ki, insanın bu dar kafalılığının –şirkin kınanması yanında-
Kur’an’ın ana meşguliyeti olduğunu söyleyebiliriz. Gerçekten de, salt Kuran’a
dayanarak şu dahi iddia edilebilir; bizzat şirk bu kıt düşünceliliğin ve dar
kafalılığın bir belirtisidir. İnsanın bütün hastalık ve illetleri bundan doğar.
Bunun tedavisi ise, insanın, ufkunu/görüşünü (vizyon) genişletmesi ve küçük
şeylerle uğraşmaktan Allah’a yükselmesidir ki, bu da ancak takvayı geliştirmek
ve yerleştirmekle olur.
(s.30-31)
Öyleyse, açıktır ki, bir müslüman toplumu evvela iman ve
takva sahibi fertlerin varlığını gerektirir. Böyle fertler olmaksızın öyle bir
toplum tasavvur edilemez.; fakat diğer taraftan, iman ve takva bir müslim
topluma götürmelidir; sadece tek tek ferdlere değil.Niçin?
Bunun sebebi İslam’ın zorunlu ve merkezi olarak,
kurallarının ve emirlerinin ‘’yeryüzünün ıslah edileceği’’ bir tarzda temsil
edileceği ve somutlaştırılacağı bir dünya düzeninin inşasını hedeflemesidir. Şu
anda artık İslam’ı büyük ‘’İ’’ile yazıyoruz; çünkü artık İslam belli bir
toplumun temsil ettiği belirli bir dinin adı olmuş durumdadır. Bu Müslüman
toplumu, Kuran’a göre,’’insanlık için tesis edilen en iyi toplumdur’’,çünkü
‘’siz iyiliği emreder kötülükten men edersiniz ve Allah’a inanırsınız’’(3:110).
Her şeyden önce dikkat edilmelidir ki, bu toplum iman, takva ve İslam üzerine
bina edilmiş bir toplumsal düzendir. O, ancak bir toplumsal düzen olduğu zaman
evrensel rol oynayacak bir siyasi düzen haline gelebilir. Toplumsal bir düzenin
temeli sağlam bir şekilde atılmadıkça siyasi bir düzenin inşası mümkün olamaz.
Hz.Peygamber’in yapmış olduğu budur; ve tekrar İslami bir düzen kurmak
isteyenlerin yapmaları gerekecek olan da budur. Günümüzde, İslam ülkelerindeki
Fundamentalist hareketlerin temel hatası, öncelikle bir Müslim toplumu meydana
getirmeksizin siyasi bir düzen kurmaya çalışmalarıdır. Bazıları da bunu fiilen
başarmıştır. Dahası, Ortadoğu, Hind Yarımadası ve Güney Doğu Asya’da –ki bütün
fundamentalist hareketler, liderleri tarafından ‘’hele bir defa siyasi iktidar
ele geçsin her şey İslami olacaktır’’ gibi yanlış bir düşünceye
sevkedilmişlerdir. Neticede bunlardan bazıları fiilen iktidarı ele geçirmeyi
başardıkları zaman, onların İslam’ının kof çıktığı görülmüş ve görülmektedir.
Şimdi, hakikat şudur: şuandaki İslam toplumu yeniden gerçek bir müslim toplumu
olmak zorundadır. O, ‘’Allah’ın emrine teslim olma’’nın ne anlama geldiğini
açık bir şekilde anlamak ve ona bağlı kalmak zorundadır.
Mamafih, Kuran’ın öngördüğü tarzda bir Müslim Toplumu
zorunlu olarak ve acilen gereklidir. Kuran bu topluma aynı zamanda ‘’beşer
üzerine şahid olabilesiniz diye’’,’’Orta Topluluk’’ adını verir. Kuran’ın
bundan kasdı, muhtemelen, İslam’ın görevinin Yahudi katılığı ve inhisarcılığı
ile Hristiyan seyyaliyeti arasında bir orta yol bulma olduğudur. Her halukarda
o, aşırılıklar arasında orta yolu bulma işlevine sahiptir. Böylece Kuran’ın
‘’yeryüzündeki bozulmuşluk/kokuşmuşluk’’ dediği durumun ortadan kaldırılması
gerçekleşip, sağlam bir ahlaki temele dayanan, sağlıklı bir sosyo-siyasi düzen
kurulacaktır. W.C.Smith’in ‘’dinin somutlaştırılması’’ dediği şey bu ise,
gerçekten bir somutlaşmadır bu: Allah ‘’semavileştirilmiş’’ bir hale
kapatılamaz;o, adeta, yeryüzüne inmelidir. Elbette, nizamlanmış/kurallara
bağlanmış bir toplumsal düzen, İslam Toplumu olabilmek için, Kuran’ın koyduğu
ölçülere uymak zorundadır.
(s.33-34)
Umumiyet itibariyle insanın en köklü hastalığı –hemen her
yerde yerleşik ve yaygın bir kanaat olan-‘’sokaktaki adam’’ın veya ‘’avam’’ın
‘’bir işe yaramaz’’ olduğu fikridir. Onlar ebediyen ahlaki düşüklük ve düşünce
kısırlığı içinde yuvarlanıp durmaya mahkum görülürler:ve bundan dolayı da,
kendilerinin insanlık açısından ‘’eksikliklerini telafi eden’’ aydınlanmış
zihinler ve seçkin zevatın ardından gitmelidirler. Aydınlar ve ahlak zübbeleri,
Hindu kast sisteminin bazı garip niteliklerini hakir görüp alaya alırlarken,
haddi zatında bütün insan toplumlarının ‘’kitlelere’’ karşı aynı tutumdan suçlu
olduklarını unutmaktadırlar. Tek fark, Hinduizm’in açıkça ve acımasızca bu
tutumu resmileştirmesi ve diğer toplumlarda bulunmayışıyla övünebilecekleri bir
takım çirkin toplumsalın ise kendilerinde ayrımlar yaratmış olmasıdır. Ancak
insanın, İranlı bir şairin dediği şu şeyi keşfetmesi hiç de zor değildir:
’’Bu sizin şehrinizde de işlenen bir günahtır!’’ (This is a
sin that is committed in your town as well!)
(s.34)
On dokuzuncu asrın ortalarından itibaren bazı Müslüman
düşünürler fikirlerini Kuran’ın şûra ilkesine dayandırarak siyasal ıslahat veya
değişimi savunmaktadırlar ve onlara göre bu ilkeyi bugünün şartları içinde
tatbike koymanın tek yolu temsili yönetim tarzının tesisidir.;böylece halkın
iradesi yasama-yürütme sürecinde belirleyici ve etkili olacaktır. Bu ‘’Kuran’a
dönüş’’(hareketi) muhtelif İslam ülkelerinde anayasal yönetimlerin tatbikini
son derece kolaylaştırmıştır. Fakat demokrasinin değeri hususunda İslam
ülkelerindeki eleştiriler/itirazlar hala devam etmektedir ve son zamanlarda da
bazı İslam ülkelerinde tekrar dini veya dini-askeri diktatörlüklere sapmalar
görülmektedir. Demokrasinin değeri hakkında yapılan bu sorgulama ve eleştirinin
temelini Batı’daki demokrasinin temel dayanağı –formu değil- teşkil eder.
Birçok Müslümanın iddiasına göre, Batı demokrasisi halkın iradesine dayanır ve
halkın oy verme davranışını belirleyen düşünceler ise sığ/dar, bencil ve
maddiyatçıdır. İkbal’in Müslümanlara karşı yaptığı yukarıdaki eleştirisi
(Yüzünüzün çirkinliğinden ayna bile utanç içinde!) aynı zamanda ve eşit güçte
Batı demokrasileri için de geçerlidir;fakat bizatihi demokrasiler olarak değil,
ahlaki yönelimler açısından son derece sefil/düşük ve miyopik bir düzeye inerek
kokuşmuş ve bozulmuş dünyevi/seküler toplumlar olarak Batı demokrasileri için,
Fakat Müslüman itirazcılar demokrasiyi reddetmekte açıkça hatalıdırlar;o ispat
edilebilir ve açık bir tarzda Kuran tarafından Ümmet hayatının ahlaki temeli
olarak emredilmiştir. Bu sebeple Batı demokratik formlarında, Kuran açısından,
zararlı ya da kötü bir şey yoktur; dahası bunlar övgüye değerdir. Müslümanların
yapmaları gereken şey, Ümmetin ferdi ve toplumsal hayatına ahlaki bir
öz/nitelik kazandırmaktır. Zira, büyük dinler arasında sadece İslam bilinçli
olarak evrensel İslam temeline dayanan bir toplum inşa etmiştir.
(s.36)
Aracı tanrılar konusunda ise İslami gelenek şunları
söylüyor:Habeşistan’a göç zamanında, oluşum halindeki Müslüman toplum büyük
sıkıntılar içinde iken Peygamber bir kez bu tanrılar lehine konuşmuş,
53.sureden uzlaşmaya (tavize) işaret eden bazı ayetler zikretmiştir. Fakat
bunlar çok kısa bir süre sonra feshedilmiş; şeytani ayetler olarak şiddetle
tenkid edilmiş ve şuan Kuran’da bulunan ayetler onların yerini almıştır.’’
Bir çok günümüz Müslümanı (Hz) Muhammed’in bu tür sözler
sarf ettiği rivayetini reddeder; fakat Kuran’ın ışığında olaya bakacak olursak
bu pekala mümkün de olabilir. Çünkü Kuran’ın standart doktrini –peygamber de
dahil- hiçbir insanın şeytanın iğvasından ve hücumundan korunmuş (muaf)
olmadığı, fakat Allah’ın iyi kulları söz konusu olduğunda, doğru ve gerçeğin
sonunda galip geleceği ve şeytanın iğva ve aldatmacalarının boşa çıkarılacağı
şeklindedir. Diğer bir husus olarak, onların, Peygamber’den Kuran’da değişiklik
yapması isteklerine karşı Kurani cevabı şu olmuştur:
‘’(Ey Muhammed!) De ki, onu kendi kendime değiştirmek benim
haddim değildir; ben sadece bana vahyedilene uyuyorum. Eğer Rabbime itaat
etmezsem müthiş bir günün azabından korkarım. De ki, eğer Allah dileseydi onu
size okumazdım… Bundan önceki bütün hayatımı sizin aranızda geçirdiğimi
düşünmez misiniz?’’ (10/15-16)
(s.43-44)
Diğer taraftan İslam geleneği, onun kişiliğini ve hayatını,
başta Hıristiyanlık olmak üzere bir çok kaynaktan alıntılarla mitleştirme
eğilimi göstermiştir. Böylece mesela Kuran, Peygamber’in Kuran’la şereflenmesi
dışında hiçbir mucize göstermediğini söylerken (11:13,2:23,6:33-35,17:59),
İslam geleneği sanki diğer dini geleneklerle yarışır şekilde ona sayısız mucizeler
atfetmiştir.
Kuran’ın bazı ayetleri (17:1,53:5-18,81:19-24) Peygamber’in
benliğinin genişleyip tokyekün gerçeklikle birleştiği, bir seri ruhani
deneyimden bahseder. İslam geleneği, bütün bunları önemli bir deneyimde,
Peygamber’in göğe yükselmesi tecrübesinde birleştirmiştir ki; büyük ihtimalle
bu,İsa’nın göğe yükselişine olan Hıristiyan inancı ile rekabetten dolayıdır.
İslam geleneği ayrıca, Peygamber’in ümmiliğinde ısrar eder; böylece vahyin
saflığını ve özel oluşunu kuvvetlendirmeyi amaçlar. Onun okuma-yazma bildiğini
ispatlayacak ya da bunu çürütebilecek dolaysız bir delil mevcut olmasa da, bir
tüccar olması ve ilk eşinin işlerini yürütmesi bize onun okur-yazar olduğuna
dair dolaylı da olsa bir delil vermektedir. Kesin olan şudur ki, Yahudi ve Hıristiyanların
kutsal kitapları ile doğrudan bir tanışıklığı olmamıştır.
(s.49)
Çok eşlilik konusuna gelince, Kuran (sınırsız) eş sayısını
dört ile sınırlamıştır. Bu konudaki herkesçe bilinen ayet dördüncü surenin
ikinci ayetidir. Öyle görünüyor ki, siyak ve sibakından (bağlamından) da
anlaşılacağı gibi Kuran’ın niyeti dört evliliğe kadar izni, vesayet altında
olan yetimler için vermektir. Çünkü (4:2) ve (4:12) de Kuran vasileri, bu yetim
kızların mallarını uygunsuzca harcamakla, erginliğe erdiklerinde mallarını
onlara geri vermeye niyetsiz olmakla ve mallarını ele geçirmek için onlarla
evlenmekle suçlamaktadır. Fakat bilmediğimiz sebeplerle çok eşlilik izni bu
çerçevenin dışına çıkarılıp umumileştirilmiştir. 4:3 şöyle diyor:
‘’Eğer bu yetimler (kızlar)in malları hususunda sahtekar
durumuna düşmekten korkarsanız, onlardan biri, ikisi, üçü ya da dördü ile
evlenebilirsiniz: ama eğer (eşler arasında) adil davranamamaktan endişe ederseniz,
o zaman yalnızca bir tanesiyle evlenin.’’
Aynı surenin yüz yirmi dokuzuncu ayeti de açıkça belirtiyor
ki,’’Ne kadar arzu ederseniz edin eşler arasında asla adaleti
sağlayamazsınız.’’(4:129). Bu sebeple, dört eşe kadar evlenme izninin
kanunlaşması ne metinle, ne de Kuran’ın ruhu ile uyuşur görünmektedir. Bu
sebeple çoğu İslam ülkelerindeki günümüz ıslahatçıları ikinci evliliği muayyen
hususi şartlara bağlayıcı –mesela,ilk eşin kısır yada yatalak olması gibi-
kanunlar yürürlüğe koymuşlardır. Tunus ise, çok evliliği tamamen yasaklamıştır.
(s.55-56)
Hazırlayan: Emre Koç
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder