6 Ağustos 2016 Cumartesi

Türkiye'de Otantik Felsefe Yapabilmenin İmkanı ve Din Felsefesi \ Recep Alpyağıl

   _________________________________________________________________

                               KENDİMİZİ KEŞFETMEK
  _________________________________________________
 


           Toplumun erozyona uğradığı, cedelin milli yöntem olarak kullanıldığı bu dönemde tekrar burhanı yöntem olarak kullanabilme ihtiyacından hâsıl olsa gerek felsefeyi gündemimize aldık. Felsefe kelimesinin daha “F’’sini duyunca reddiyeler yazmaya başlayanlarla karşılaşınca, felsefe yapmak ne mümkün ancak felsefe savunusu yapabiliyoruz demeye başladık ve felsefe yapabilmenin imkânları üzerine araştırma yaparken Recep Alpyağıl hocanın da bu konudan muzdarip olduğunu ve ‘’Türkiye’de otantik felsefe yapabilmenin imkanı ve din felsefesi’’ isimli bir kitap yazdığını öğrendik. Bu yazımızda kitabı etraflıca inceleyip, sorularımıza cevap aramaya çalışacağız.

   Müellifimiz, önsöze ‘’Neden Filozof Yok!’’ sorusunu ele alarak bu soruya cevap arama niyetinde olduğunu söyleyerek başlamış. Çalışmasını ‘’Ricoeur’’ üzerinden yapan müellifimiz onun bir geçiş filozofu olduğunu bu sebeple onu ele aldığını söylemiştir. Kitabın devamında ‘’Mülemma Alıntılar’’ başlığı altında kitap ile alakalı çeşitli okumalarında altını çizdiği yerleri alıntılamış. Ben özellikle söylemeliyim ki kitabın bu kısmına hayran kaldım.

   Müellifimiz, kitabın devamında otantik felsefenin ne anlama geldiği konusunda; ‘’kökü ya da kökleri olan felsefe’’ tanımını yapıyor. Heidegger’in de; ‘’Otantiklik, zaten varolan ve kendisine dönebileceğimiz bir yer değil, kapalılığı-açma-kararlılığı yoluyla başkaları ile keşfedebileceğimiz bir kendiliktir’’ tanımına yer veriyor. Bu tanımlara dayanarak esasen otantik felsefenin geçmişte olana dönmek olmadığını bugün kendimizi keşfetmek olduğunu aktarıyor.

   Müellifimiz, otantik felsefe yapabilmenin önündeki engeller üzerine konuşurken, din ile felsefe ayrımı yapanları eleştiriyor, felsefe yapmanın ateistik sonuçlara götürse bile dinsiz olmayacağını söylüyor. Augustinus gibi davranmaya karşı çıkarak Zeynep Direk hanımdan alıntıladığı üzere din felsefesinin Batı’da aşılmış olmasını laiklik ile değil dinsel motiflerin felsefi düşünce içinde yeniden üretilmesi ile olduğuna işaret ediyor. Felsefesiz din-dar olabilmenin üzerinde de duran müellifimiz, felsefi etkinlikten, rasyonel düşünmeyi, delile dayanmayı, gerekçelendirmeyi anlamamızı tek taraflı bakmamamızı öneriyor. Burada benim çok hoşuma giden bir şeye parmak basıyor. Madem felsefe dinsiz, din felsefesiz olmaz diyoruz, ilahiyatlarda yoğun bir felsefe var malum, felsefe bölümlerinde neden din yok!

   Müellifimiz, başlıkta da ele aldığı üzere Ricoeur konusuna tekrar dönüyor.  Hayatında da felsefede de hep bir ikilem arasında kaldığını böylelikle arabulucu bir felsefe oluşturduğunu söylüyor. Çeviride geçen aşılama/çaprazlama ve kaynama kelimelerinin onu anlamakta çok mühim olduğunu söylüyor. Aşılama için, gerçekte çatışır görülen şeyleri birbirine hamlederek bir sentez çıkarma; kaynama için ise, birbirine uzak görünen birçok kutbu birbiri içinde erittiği tanımlamalarını yapıyor. İman ve kuşku arasında nasıl ince bir noktada olduğunu, fakat bunun da gerektiği gibi anlaşılmadığını geçmişte din ile bağından dolayı ona dindar filozof yaftası yapıştırıldığı hatta Türkiye’de dini bağının üstünün örtüldüğüne de değiniyor.

   Kitabın devamında Türk düşüncesinde hep uçlarda olduğumuzdan dışarıdan bakanların Doğu-Batı, eski-yeni ile iççice olduğumuzu gördüklerini fakat içeride halen bir orta yol bulamadığımızı mensup olduğumuz her cemaatin büyük bir ringde tarafını seçip karşı rakibi nakavt etme telaşında olduğunu söylüyor. Aslında kitabın bu kısmında tam olarak bunu söylemiyor itiraf etmeliyim başlığı okudum ve çağrışım yoluyla bunları hissedip yazdım belki bu vasat insan zekâsının yapabileceği bir şey…

   Geleneğe dönüş konusunda da büyük eleştirilerde bulunan müellifimiz, felsefe mirasının köklerimizde olmamasını düşünmeleri sebebiyle bunu da Batı’ya dönmek olarak algıladıklarını söylemektedir. Esasen geleneğe dönüşten kastettiğinin geçmişe dönüş değil, hakiki bir dönüşüne dönüş olduğuna vurgu yapmaktadır. Nurettin Topçunun bu konuda söylediği bir sözü de alıntılamış bizim de buraya alıntılamamız uygun olacaktır: “Evvellerin doymak bilmeyen aşkını, bu sonuncuların anlayış ve metotları ile birleştirip Kur’an’ı tahlil ettikten sonra, bu tahlinin unsurlarıyla bir kainat metafiziği ve insan felsefesi yapmak: İşte, rönesansımızın ilk müjdecisi bunu yapan bahtiyar olacaktır.”

   Kitabın ikinci bölümünde müellifimiz, Ricoeuryen problem başlıklarına yer veriyor. İlk konu olarak dil felsefesi ve hermenötiği seçmiş. Ricoeur dil konusunda da çift anlamlılığı seçtiğinden, dilin merkezi önemini kavramakla birlikte, yine indirgeyici tutumlardan uzak özel bir konumu tercih ettiğini söyler. Onun yöntemi hermenötik olarak da yorumlama çatışmasını ortaya çıkartmak değil, özgün çoğulluğu kavramaktır. Müellifimiz hermenötiğin bizi kurtarak bir kavram olduğunu Marx nasıl bir Marksizim’i müjdelemişse kendisi de tüm dünyaya hermenötiği müjdelemek istediğini söylüyor.  Müellifimiz din dilinin felsefe ve din arasında Ricouer’i referans alarak nasıl kesiştirildiğinden bahsederek kitabına devam ediyor. Metinden anlam çıkartabilmek için öncelikle o anlamların bizde olması gerektiğine değinen müellifimiz felsefesiz bir kimsenin geçmiş metinlere bakarak ‘’Burada felsefe yok!’’ demesinin hiç de ikna edici olmadığını söylüyor. Tarihsellik konusuna da değinen müellifimiz bir konuda bu tarihseldir, değildir meselesine girmeden bugün hangi ufuklar açacağının peşinde olmalıdır diyor. Ricoeur’un bu konuda benzer vurguları İncil için yaptığına da değiniyor. Bu tutumun biz de yani Gazali’de de olduğu vurgusunu yapıyor. Evet ve hayır diyalektiği konusunda da Ricoeur’un en belirgin özelliği olan çifte tutumdan yine uzun uzun bahsediyor. Daha sonra sembol ve mit konusun değinen müellifimiz, madde ve mana arasındaki hem ayrımın hem de ortak noktaların nasıl ince bir çizgide Ricoeur tarafından nasıl kullanıldığını anlatıyor. Müellifimiz, çağdaş felsefedeki hermenötik birikimle geleneksel birikim sentezlendiğinde aradığımız o özgün felsefenin ortaya çıkacağını söylüyor.

   Kitabın devamında Ricouer’un Bultmann eleştirisi üzerinden çıkarımlar yapıyor. Bultmann ile ilgili kısaca bilgi veren müellifimiz, en belirgin özelliğinin mitolojiden arındırılmış bir teolojik tutumu olduğunu söylüyor. Ricouer ise bu tutumu eleştiriyor mitolojiden arındırmanın Butmann’a ait olmadığını çağın genel bir sorunu olduğunu söylüyor. Buna ‘’metafizik ve dinsel nesnenin ölümü’’ diyor. Hâlbuki o her şeyde olduğu gibi burada da ikili bir sistemi savunuyor. Anlam en ham halindeyken alınıp orada bırakmamak çağa göre yorumlamak gerektiği fikrinde olduğunu söylüyor.

   Ateizm ve din felsefesi konusunda ise, Mehmet Aydın’dan alıntıladığı cümlede; ateizmin Tanrı ile ilgisi sebebiyle bir mistik tavrının olduğuna işaret ediyor. Ricouer’e göre ise; ateizmin dini yıkmadığı felsefecinin ise din ile ateizmden geçen imanın ortasında olduğunu söylüyor. Ricouer’in üç büyük kuşku ustası olarak tanımladığı Marx, Nietzsche ve Freud’un aslında tam olarak anlaşılmadığını birbirleri ile bağlantılı olarak ele alınılırsa bu durumun ancak düzeltilebileceğini söylüyor. Marx’ın ‘’Tanrı öldü!’’ sözü üzerinden analiz yapan Ricouer bunun için ‘’Hangi Tanrı öldü?’’ gibi soruları sormadığımızı söylüyor. Ve müellifimize göre; eğer ki bir yıkım varsa iman geri dönecektir. 

   Kötülük problemi ile ilgi ise; Ricouer’e göre bu problem karşısında yeni bir teodise oluşturmak gerekmektedir, eski teodisenin eksikliği ateizmi oluşturmuştur. Ricouer belli açıdan kötülük sorununun hermenötik muhteva taşıdığı, kötülüğün ahlaki ve siyasi bir yönü olduğunu kanısındadır. Müellifimiz, Türkiye’de yapılan felsefenin tek yönlü yabi ‘’Batılı’’ olmak zorunda olmadığını kendimizi keşfederek bizden bir şeyler oluşturmak gerektiğini söylüyor.

   Müellifimiz son olarak; her türden “…ve…”nin önünü açmak veya “…vav…”la düşünmek başlığını açıyor ve bu başlık altında üç soruna dikkat çekiyor bunlar:
                     i.Otantik felsefemizin ve filozofumuzun olmayışının en önemli nedenlerinden birisi, felsefenin geçmiş düşünce birikimiyle yaşadığı sorunlu ilişkidir. ii. Otantik bir felsefe, ancak bu ilişkinin yeni biçimlerde kurulmasıyla mümkün olacaktır. iii. Sürekli “ve” ile düşünen bir disiplin olan “din felsefesi”, bu yeni biçimler içinde önemli bir imkândır. [1]

   Sonuç olarak; dili hafif, akademik olarak çok yararlı olduğunu düşündüğüm bir kitap olmuş, hatta sadece akademik olarak değil felsefe kitabı olmasına rağmen halkında çok rahatlıkla okuyabileceği bir kitap olmuş. Başta da söylediğim gibi kitabın başında bulunan alıntılar bölümünü çok beğendim fakat keşke alıntılar o kısımla sınırlı kalsaydı kitabın devamında da kitabın büyük bir kısmını kaplayan alıntılarla karşılaşmak beni çok memnun etmedi. Ricouer konusunda da müellifimiz, kitabın son kısmına kadar neredeyse referans gösterdiği kişiyi bize unutturuyor ara ara ismini andığında “Bu adam da nereden çıktı?” diyebiliyorsunuz. Kitap durum tespiti konusunda çok iyi bir kitap olmuş fakat Türkiye’de yapılan birçok eser gibi “Eeee şimdi peki ne yapmalıyız?” sorusuna cevap vermiyor. Biz okuyucular müelliflerden istiyoruz ki, “Kırılacak odunu, taşıyacak suyu” göstersinler ne yazık ki az bir kısmı sadece işaret etmekle yetiniyor, çoğu bunu bile yapmıyor. Bir alıntılar sözlüğü okumaktan ileriye gidemiyoruz.

Bir kitap diyorum balyoz gibi kafanı inip seni kendine getirmiyorsa ne işe yarar.



Hazırlayan: Merve Sağlam




[1] Age. Syf, 167

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder