_________________________________________________________________
KENDİMİZİ
KEŞFETMEK
_________________________________________________
Toplumun erozyona uğradığı, cedelin
milli yöntem olarak kullanıldığı bu dönemde tekrar burhanı yöntem olarak
kullanabilme ihtiyacından hâsıl olsa gerek felsefeyi gündemimize aldık. Felsefe
kelimesinin daha “F’’sini duyunca reddiyeler yazmaya başlayanlarla
karşılaşınca, felsefe yapmak ne mümkün ancak felsefe savunusu yapabiliyoruz
demeye başladık ve felsefe yapabilmenin imkânları üzerine araştırma yaparken
Recep Alpyağıl hocanın da bu konudan muzdarip olduğunu ve ‘’Türkiye’de otantik
felsefe yapabilmenin imkanı ve din felsefesi’’ isimli bir kitap yazdığını
öğrendik. Bu yazımızda kitabı etraflıca inceleyip, sorularımıza cevap aramaya
çalışacağız.
Müellifimiz,
önsöze ‘’Neden Filozof Yok!’’ sorusunu ele alarak bu soruya cevap arama
niyetinde olduğunu söyleyerek başlamış. Çalışmasını ‘’Ricoeur’’ üzerinden yapan
müellifimiz onun bir geçiş filozofu olduğunu bu sebeple onu ele aldığını söylemiştir.
Kitabın devamında ‘’Mülemma Alıntılar’’ başlığı altında kitap ile alakalı
çeşitli okumalarında altını çizdiği yerleri alıntılamış. Ben özellikle söylemeliyim
ki kitabın bu kısmına hayran kaldım.
Müellifimiz, kitabın devamında otantik felsefenin ne anlama geldiği
konusunda; ‘’kökü ya da kökleri olan felsefe’’ tanımını yapıyor. Heidegger’in
de; ‘’Otantiklik, zaten varolan ve kendisine dönebileceğimiz bir yer değil,
kapalılığı-açma-kararlılığı yoluyla başkaları ile keşfedebileceğimiz bir
kendiliktir’’ tanımına yer veriyor. Bu tanımlara dayanarak esasen otantik
felsefenin geçmişte olana dönmek olmadığını bugün kendimizi keşfetmek olduğunu
aktarıyor.
Müellifimiz,
otantik felsefe yapabilmenin önündeki engeller üzerine konuşurken, din ile
felsefe ayrımı yapanları eleştiriyor, felsefe yapmanın ateistik sonuçlara
götürse bile dinsiz olmayacağını söylüyor. Augustinus gibi davranmaya karşı
çıkarak Zeynep Direk hanımdan alıntıladığı üzere din felsefesinin Batı’da
aşılmış olmasını laiklik ile değil dinsel motiflerin felsefi düşünce içinde
yeniden üretilmesi ile olduğuna işaret ediyor. Felsefesiz din-dar olabilmenin
üzerinde de duran müellifimiz, felsefi etkinlikten, rasyonel düşünmeyi, delile
dayanmayı, gerekçelendirmeyi anlamamızı tek taraflı bakmamamızı öneriyor.
Burada benim çok hoşuma giden bir şeye parmak basıyor. Madem felsefe dinsiz,
din felsefesiz olmaz diyoruz, ilahiyatlarda yoğun bir felsefe var malum, felsefe
bölümlerinde neden din yok!
Müellifimiz, başlıkta da ele aldığı üzere Ricoeur konusuna tekrar
dönüyor. Hayatında da felsefede de hep
bir ikilem arasında kaldığını böylelikle arabulucu bir felsefe oluşturduğunu
söylüyor. Çeviride geçen aşılama/çaprazlama ve kaynama kelimelerinin onu
anlamakta çok mühim olduğunu söylüyor. Aşılama için, gerçekte çatışır görülen
şeyleri birbirine hamlederek bir sentez çıkarma; kaynama için ise, birbirine
uzak görünen birçok kutbu birbiri içinde erittiği tanımlamalarını yapıyor. İman
ve kuşku arasında nasıl ince bir noktada olduğunu, fakat bunun da gerektiği
gibi anlaşılmadığını geçmişte din ile bağından dolayı ona dindar filozof
yaftası yapıştırıldığı hatta Türkiye’de dini bağının üstünün örtüldüğüne de
değiniyor.
Kitabın
devamında Türk düşüncesinde hep uçlarda olduğumuzdan dışarıdan bakanların
Doğu-Batı, eski-yeni ile iççice olduğumuzu gördüklerini fakat içeride halen bir
orta yol bulamadığımızı mensup olduğumuz her cemaatin büyük bir ringde tarafını
seçip karşı rakibi nakavt etme telaşında olduğunu söylüyor. Aslında kitabın bu
kısmında tam olarak bunu söylemiyor itiraf etmeliyim başlığı okudum ve çağrışım
yoluyla bunları hissedip yazdım belki bu vasat insan zekâsının yapabileceği bir
şey…
Geleneğe
dönüş konusunda da büyük eleştirilerde bulunan müellifimiz, felsefe mirasının
köklerimizde olmamasını düşünmeleri sebebiyle bunu da Batı’ya dönmek olarak
algıladıklarını söylemektedir. Esasen geleneğe dönüşten kastettiğinin geçmişe
dönüş değil, hakiki bir dönüşüne dönüş olduğuna vurgu yapmaktadır. Nurettin
Topçunun bu konuda söylediği bir sözü de alıntılamış bizim de buraya
alıntılamamız uygun olacaktır: “Evvellerin doymak bilmeyen aşkını, bu
sonuncuların anlayış ve metotları ile birleştirip Kur’an’ı tahlil ettikten
sonra, bu tahlinin unsurlarıyla bir kainat metafiziği ve insan felsefesi
yapmak: İşte, rönesansımızın ilk müjdecisi bunu yapan bahtiyar olacaktır.”
Kitabın
ikinci bölümünde müellifimiz, Ricoeuryen problem başlıklarına yer veriyor. İlk
konu olarak dil felsefesi ve hermenötiği seçmiş. Ricoeur dil konusunda da çift
anlamlılığı seçtiğinden, dilin merkezi önemini kavramakla birlikte, yine
indirgeyici tutumlardan uzak özel bir konumu tercih ettiğini söyler. Onun
yöntemi hermenötik olarak da yorumlama çatışmasını ortaya çıkartmak değil,
özgün çoğulluğu kavramaktır. Müellifimiz hermenötiğin bizi kurtarak bir kavram
olduğunu Marx nasıl bir Marksizim’i müjdelemişse kendisi de tüm dünyaya
hermenötiği müjdelemek istediğini söylüyor.
Müellifimiz din dilinin felsefe ve din arasında Ricouer’i referans
alarak nasıl kesiştirildiğinden bahsederek kitabına devam ediyor. Metinden
anlam çıkartabilmek için öncelikle o anlamların bizde olması gerektiğine
değinen müellifimiz felsefesiz bir kimsenin geçmiş metinlere bakarak ‘’Burada
felsefe yok!’’ demesinin hiç de ikna edici olmadığını söylüyor. Tarihsellik
konusuna da değinen müellifimiz bir konuda bu tarihseldir, değildir meselesine
girmeden bugün hangi ufuklar açacağının peşinde olmalıdır diyor. Ricoeur’un bu
konuda benzer vurguları İncil için yaptığına da değiniyor. Bu tutumun biz de
yani Gazali’de de olduğu vurgusunu yapıyor. Evet ve hayır diyalektiği konusunda
da Ricoeur’un en belirgin özelliği olan çifte tutumdan yine uzun uzun
bahsediyor. Daha sonra sembol ve mit konusun değinen müellifimiz, madde ve mana
arasındaki hem ayrımın hem de ortak noktaların nasıl ince bir çizgide Ricoeur
tarafından nasıl kullanıldığını anlatıyor. Müellifimiz, çağdaş felsefedeki
hermenötik birikimle geleneksel birikim sentezlendiğinde aradığımız o özgün
felsefenin ortaya çıkacağını söylüyor.
Kitabın
devamında Ricouer’un Bultmann eleştirisi üzerinden çıkarımlar yapıyor. Bultmann
ile ilgili kısaca bilgi veren müellifimiz, en belirgin özelliğinin mitolojiden
arındırılmış bir teolojik tutumu olduğunu söylüyor. Ricouer ise bu tutumu
eleştiriyor mitolojiden arındırmanın Butmann’a ait olmadığını çağın genel bir
sorunu olduğunu söylüyor. Buna ‘’metafizik ve dinsel nesnenin ölümü’’ diyor.
Hâlbuki o her şeyde olduğu gibi burada da ikili bir sistemi savunuyor. Anlam en
ham halindeyken alınıp orada bırakmamak çağa göre yorumlamak gerektiği fikrinde
olduğunu söylüyor.
Ateizm ve
din felsefesi konusunda ise, Mehmet Aydın’dan alıntıladığı cümlede; ateizmin
Tanrı ile ilgisi sebebiyle bir mistik tavrının olduğuna işaret ediyor.
Ricouer’e göre ise; ateizmin dini yıkmadığı felsefecinin ise din ile ateizmden
geçen imanın ortasında olduğunu söylüyor. Ricouer’in üç büyük kuşku ustası
olarak tanımladığı Marx, Nietzsche ve Freud’un aslında tam olarak anlaşılmadığını
birbirleri ile bağlantılı olarak ele alınılırsa bu durumun ancak düzeltilebileceğini
söylüyor. Marx’ın ‘’Tanrı öldü!’’ sözü üzerinden analiz yapan Ricouer bunun
için ‘’Hangi Tanrı öldü?’’ gibi soruları sormadığımızı söylüyor. Ve müellifimize
göre; eğer ki bir yıkım varsa iman geri dönecektir.
Kötülük
problemi ile ilgi ise; Ricouer’e göre bu problem karşısında yeni bir teodise
oluşturmak gerekmektedir, eski teodisenin eksikliği ateizmi oluşturmuştur. Ricouer
belli açıdan kötülük sorununun hermenötik muhteva taşıdığı, kötülüğün ahlaki ve
siyasi bir yönü olduğunu kanısındadır. Müellifimiz, Türkiye’de yapılan
felsefenin tek yönlü yabi ‘’Batılı’’ olmak zorunda olmadığını kendimizi
keşfederek bizden bir şeyler oluşturmak gerektiğini söylüyor.
Müellifimiz son olarak; her türden “…ve…”nin önünü açmak veya “…vav…”la
düşünmek başlığını açıyor ve bu başlık altında üç soruna dikkat çekiyor bunlar:
i.Otantik felsefemizin ve filozofumuzun olmayışının en önemli nedenlerinden
birisi, felsefenin geçmiş düşünce birikimiyle yaşadığı sorunlu ilişkidir. ii.
Otantik bir felsefe, ancak bu ilişkinin yeni biçimlerde kurulmasıyla mümkün
olacaktır. iii. Sürekli “ve” ile düşünen bir disiplin olan “din felsefesi”, bu
yeni biçimler içinde önemli bir imkândır. [1]
Sonuç
olarak; dili hafif, akademik olarak çok yararlı olduğunu düşündüğüm bir kitap
olmuş, hatta sadece akademik olarak değil felsefe kitabı olmasına rağmen halkında
çok rahatlıkla okuyabileceği bir kitap olmuş. Başta da söylediğim gibi kitabın
başında bulunan alıntılar bölümünü çok beğendim fakat keşke alıntılar o kısımla
sınırlı kalsaydı kitabın devamında da kitabın büyük bir kısmını kaplayan
alıntılarla karşılaşmak beni çok memnun etmedi. Ricouer konusunda da
müellifimiz, kitabın son kısmına kadar neredeyse referans gösterdiği kişiyi
bize unutturuyor ara ara ismini andığında “Bu adam da nereden çıktı?” diyebiliyorsunuz.
Kitap durum tespiti konusunda çok iyi bir kitap olmuş fakat Türkiye’de yapılan
birçok eser gibi “Eeee şimdi peki ne yapmalıyız?” sorusuna cevap vermiyor. Biz
okuyucular müelliflerden istiyoruz ki, “Kırılacak odunu, taşıyacak suyu”
göstersinler ne yazık ki az bir kısmı sadece işaret etmekle yetiniyor, çoğu
bunu bile yapmıyor. Bir alıntılar sözlüğü okumaktan ileriye gidemiyoruz.
Bir kitap diyorum balyoz gibi kafanı inip seni kendine getirmiyorsa ne işe yarar.
Hazırlayan: Merve Sağlam
Bir kitap diyorum balyoz gibi kafanı inip seni kendine getirmiyorsa ne işe yarar.
Hazırlayan: Merve Sağlam
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder