13 Eylül 2013 Cuma

Çağdaş İslam Düşüncesi ve Kurancılık \ Mustafa Öztürk



İslam dünyasının Batı’ya mukabelesi kabaca üç sekilde olmustur. Birincisi, Batı’ya ait ne varsa tümden reddetme ve Batı’nın sadmeleri karsısında ‘’Hiç acımadı kii!’’ dercesine, bir taraftan kendi isine bakma ve kabuğuna çekilme, diğer taraftan da mazinin üstünlük ve ihtisamında hal-i hazırın perisanlığına teselli arama seklinde: ikincisi derin bir hayranlık ve hürmete binaen, ‘’Batı’nın vurduğu yerde gül biter.’’ Düsüncesiyle tümden benimseme ve parlak istikbalin Batı’da olduğunu vehmetme seklinde tezahür etmistir. Üçüncü mukabele ise kısmen ret kısmen kabul veya sartlı kabul eğilimi (Batı’nın ilmini almak, ahlakını dısarıda bırakmak meselesi’’ seklinde kendini göstermistir. (s.14) Son dönem Osmanlı’da II. Abdülhamid’in müstebit bir padisah, buna mukabil İttihat ve Terakki’nin mübarek bir cemiyet olduğunu düsünen bazı ilim adamları bu düsüncelerini Kuran’a söyletme yoluna bile gitti. Mesela, Manastırlı İsmail Hakkı (ö.1912) Sırat-ı Müstakim dergisinde yayımlanan bir makalesinde Đttihat ve Terakki’yi desteklemeyi, Al-i Đmran3/103 ve Enfal 8/46 gibi birlik ve beraberliği emreden ayetlere, bu cemiyetle muhalif zihniyeti desteklemeyi de Al-i İman 3/105 ve Mu’minun 23/53 gibi tefrikadan sakınmayı emreden ayetlere dayandırdı. 1 Yine
Manastırlı, 31 Mart hadisesini müteakiben II. Abdulhamid’in hal’
edilmesiyle ilgili yazısında, ‘’Bakın, Allah size söyle bir misal veriyor:
Vakti zamanında bir beldede/ karyede güven içinde yasayan bir
halk vardı. Bu halk alabildiğine bolluk ve refah içindeydi. Fakat
onlar Allah’ın nimetlerine nankörlükle karsılık verdiler. Allah da
yaptıklarından dolayı onlara siddetli bir kıtlık-kıran ve açlık
belasını tattırdı.’’ Mealindeki Nahl 16/112. Ayeti istibdat idaresinin(!)
merkezi olan Yıldız Sarayı’na hamletti; erkan-ı istibdadın iktidarı
kaybetmesiyle bu ayet arasında kurduğu iliskiyi de söyle ifade
etti:
Karye-i mebhûs-i anhâyı tayinde birkaç rivayet vardır. Fakat biaynihâ
bilinmesine lüzum yoktur. Cây-i itibar-ı ikaz olabilmesi için
ahvâl-i avârızını bilmek kâfidir. Kuran-ı Kerim’den maksat da
budur. Müfessirin-i izâmın beyan etttikleri veçhile vaktiyle Mekke-i
Mükerreme ahalisi, sanâdid-i Kureys bu mesel-i madruba mevrid
olmuslardı. Bugün de Yıldız karyesi (Yıldız Sarayı), ruesâ-yı
istibdad tamamen bu ayet-i celileye makes, hâvi olduğu ahvâl-i
habise ve elîmeye meclâ-yi ibretnümâ olduğu vâreste-i inbâdır. 2
1. Suat Mertoğlu, Osmanlı’da II.Mesrutiyet Sonrası Modern Tefsir
Anlayısı (Sırat-ı Müstakim/Sebilürresad Dergisi Örneği; 1908-1914).
(yayımlanmamıs doktora tezi), Marmara Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü, Đstanbul 2001, s.70
2. Manastırlı Đsmail Hakkı, ‘’Mevâiz’’, Sırat-ı Müstakim, II/34, s.114
(19 Rebiülahir 1327) s.114 (s.39)

Gelinen bu noktada sunu belirtmek gerekir ki buraya kadar
incelediğimiz rivayetler ısığında ilk dönemlerde hadis veya rivayet
kaynaklı bir hükme Kuran temelinde itiraz edilmesi, ‘’Dini
ahkamın tespitinde Kuran’dan baska kaynağa gerek yoktur.’’
veya ‘’Sünnet ve hadisin tümden reddedilmesi gerekir.’’ gibi
iddialara dayanan bir fikri cereyana ve/veya sistematik bir
düsünce tarzına tekabül etmez. Belki bu noktada ilk Haricilerin
Ezarika fırkası paranteze alınabilir ve bu fırkanın dini ahkamın
kaynakları konusundaki tavrına benzer tavırlara ilk dönemlerden
ziyade –çalısmamızın ilerleyen asamalarında görüleceği gibimodern
dönemlerde rastlanır. islam’ın ilk yüzyıllarında bir takım siyasi ve itikadi sebeplerle
fitnelerin bas gösterdiği ve buna bağlı olarak hadis uydurma
faaliyetlerinin arttığı, uydurma hadislerin çığ gibi büyüdüğü bir
vasatta hangi hadislerin sahih, hangilerinin zayıf ve uydurma
olduğunu ayırt etme imkanına sahip olmayan insanların da
bulunabileceğini ve bu insanların ‘’Kuran bize yeter.’’ veya ‘’Bize
sadece Kuran’dan söz edin.’’ Diyerek bir nevi Kuran’a sığınmak
zorunda kaldıklarını hesaba katmak ve bu durumu doğal
karsılamak gerekir. Diğer taraftan, ilk dönemlerde ‘’Kuran bize
yeter.’’ diyen sahabe ve tabiilerin dini ahkamın kaynağını Kuran’a
indirgemek, dolayısıyla Hz.Peygamber’in sünnetini reddetmek gibi
bir düsünceye sahip olduklarını söylemek mümkün değildir. Kaldı
ki geçmiste hiçbir mezhep Sünnet’in otoritesini reddetmemis, belki
sadece usûl farklılığından dolayı rivayet tenkidine yönelmistir. 1
Bununla birlikte, imam Safii Cima’u’l-Đlm adlı eserinde, ismini
zikretmediği bir mezhebe/fırkaya mensup bir grubun haber-i
hâssayı (haber-i vahid), diğer bir grubun ise bütün hadisleri
reddettiğinden söz etmistir. Bu son grup –Safii’nin ifadesiyle-,
‘’Kuran’da her seyin açıklaması vardır.’’ Đddiasıyla hiçbir hadisi
kabul etmemistir. Bu gruba göre Kuran’da namaz için belli bir
adet ve vakit bulunmadığı gibi, zekat için de belirlenmis bir vakit
yoktur. Binaenaleyh, bir kimse günlük olarak veya birkaç günde
bir namaz diye nitelendirilebilecek bir ibadet yaparsa yahut adına
zekat denebilecek miktarda bir sey verirse, bu ibadetleri ifa etmis
sayılır. Zira Allah’ın kitabında zikredilmeyen bir sey hiç kimseye
farz değildir. 2
1. Mustafa Ertürk, ‘’Nebevi Sünnet’in Tarihi Gerçeklikteki Konumu
Açısından Kuran Đslamı Söyleminin Đlmi Değeri’’, Hadis Tedkikleri
Dergisi, 1/1 (2003), s. 12-13
2. Safii, Cima’u’l-Đlm, s.27-28
(Çağdas bir dini söylem olarak kurancılık, Söylemin tarihteki ilk
örnekleri, s. 157-158)

Hadisleri Kuran’a arz ilkesinin Mutezile ve Hariciler tarafından da
kullanıldığı yönünde bilgiler mevcut olmakla birlikte, bu ilkenin
tabiri caizse yeniden kesfedilmesi modern döneme özgü bir
durumdur. Bu dönemde Süleyman en-Nedvi, Yusuf el-Kardavi, M.
Said Hatiboğlu gibi isimlerin Kuran’a arz ilkesine vurgu yaptıkları
bilinmektedir. Ancak, bütün bu isimlerin söz konusu ilkeye vurgu
yaparken, ‘’Din sadece Kuran’dan ibarettir.’’ gibi bir iddiada
bulunmadıkları süphesizdir. Buna karsılık Muhammed Gazali,
Hüseyin Atay ve Yasar Nuri Öztürk gibi isimlerin bu konuda uç
fikirler beyan ettikleri söylenebilir. Mesela H.Atay, hayız halindeki
kadının tavaf yapması ve Kuran okumasıyla ilgili hadisleri,
‘’Kuran’a gittiğimiz zaman, hayız bir tek seye engel sayılmaktadır.
Kuran, hayızı sadece cinsi münasebette engel saymaktadır. O da
kadına eziyet, acı ve sızı, ağrı vermesini önlemek amacını güder.’’
gerekçesiyle reddetmistir. 1 ‘’Benim mızrabımı vurduğum,
parmağımı tuttuğum yer Kuran’dır. Çünkü ben, Kuran’ın dısında
kalan seyin Đslam olduğuna inanan bir insan değilim.’’ Diyen
Y.Nuri Öztürk 2 ise hemen her konuda olduğu gibi gerek arz
hadisinin sahih olup olmadığı hususunda, gerekse Kuran’dan
baska hüküm kaynağının bulunmadığı konusunda tutarsız bir
yaklasım sergilemistir. Mesela, namazların cem’i meselesinde,
‘’Müslüman birey, kendi içinde gerek gördüğü durumlarda bu cem
yoluna rahatlıkla gidebilir. Hz.Peygamber’in bu cem’i en rahat
zamanlarda bile uyguladığı kesindir. 3 derken Sünnet’i referans
kabul etmekte beis görmemistir.
1. Hüseyin Atay, Kuran’a Göre Arastırmalar IV, Ankara 1995, s.150
2. Yasar Nuri Öztürk,’’Kuran Dininin Evrensel Boyutları’’, I. Đslam
Düsüncesi Sempozyumu: Bildiriler-Tartısmalar, Yayına haz.Mehmet Bekaroğlu, Đstanbul 1995, s.224
3. Yasar Nuri Öztürk, Kuran’daki Đslam, Đstanbul 1997, s.577,
(Çağdas bir dini söylem olarak kurancılık, Kurancılık ve Hadisleri
Kuran’a Arz Đlkesi, s.170-171)

Dini ahkamı tek kaynağa indirgeme konusunda basvurulan bir
diğer delil, Enam 6/57, Yusuf 12/40 ve 67. Ayetlerdeki ini’l-hükmü
illa lillah (Hüküm ancak Allah’ındır.) ifadesidir. Kurancı söylemin
yorumuna göre:
Hüküm Allah’tan baskasına bırakılırsa, dosdoğru dinden sapılmıs
olunur. Mezhep içtihatlarıyla, icma, kıyas baslıklarıyla veya
hadislere dayandırılarak verilen hükümler Allah’ın hükmü değildir.
Bu mezhepleri dine esitlemek, Allah’ın hüküm koyucu yetkisini
baskasına vermek demektir. Allah’ın hüküm konusunda hiçbir
ortağı yoktur. Kisilerin sahsi hükümleri din olamaz. Kehf Suresi 27.
ayetten Allah’ın hükmüne uymanın Allah’ın vahyine uymakla
yerine getirilebileceğini anlarız. Allah’ın kelimelerini
değistirebilecek kimse yoktur. Ama mezhepler nasih mensuhla (25.
Bölümü okuyunuz), uydurma hadislerle Allah’ın hükümlerini
değistirmeye yeltenmislerdir. Allah’ın hükümleri Allah’ın vahyi
olan Kuran’dadır. Zaten Allah’ın sözü olduğu iddia edilebilecek
baska bir kaynak yoktur ki bu kaynağın Allah’ın hükmünü
kapsadığı iddia edilebilsin. Hükmün yalnız Allah’ın olması (12
Yusuf Suresi 40) ve Allah’ın hükmüne kimsenin ortak kılınmaması
(18 Kehf Suresi 26) için Allah’ın hükümlerinin hepsini içeren Kuran’ı
dinin tek kaynağı yapmak zorundayız. Eğer Allah’ın hükmü
olmayan, Allah’ın olmayan kitapları, dini hüküm kaynağı
yapıyorsak (Đster mezhep ilmihali, ister hadis kitabı olsun) Allah’ın
kitabı Kuran’la çelistiğimizi bilmeliyiz. Bu kitapların Buhari,
Müslim, Ebu Davud gibi adları ve mezheplerin Hanefi, Safii, Caferi
gibi adları, bu hükümlerinin sahiplerinin Allah değil, bu sahıslar
olduklarını daha bastan adlarıyla ortaya koymaktadır. 1
Đlk Hariciler tarafından da bir tür slogan olarak kullanıldığı bilinen
‘’Hüküm ancak Allah’ındır.’’ Mealindeki Kuran ifadesinin tesri’
(hüküm vazetme) yetkisinin kime ait olduğu ve/veya Sünnet’in
dini ahkamın tespitindeki yeri ve kaynak değeri gibi bir konuyla
uzaktan yakından ilgisi yoktur. Zira bu ifadenin yer aldığı Enam
6/57. Ayetin Edip Yüksel mealindeki karsılığı söyledir:
De: ‘’Ben Rabbimden bir delile dayanmaktayım. Siz ise onu
yalanladınız. Ona meydan okuyarak istediğiniz seyi getirmek
benim elimde değil. Hüküm ancak ve ancak Allah’ın. Gerçeği
anlatıyor O, en iyi ayırandır.
Türkçesi bozuk bu çeviriden bile açıkça anlasılmaktadır ki
hükmün sadece Allah’a ait olması, müsriklerin ‘’Bizi tehdit edip
durduğun azabı getir de görelim!’’ seklindeki meydan okumaları
karsısında Hz.Peygamber’e, ‘’Ben bu konuda yetki ve tasarruf
sahibi değilim. Azap hükmünü verecek olan yegane otorite
Allah’tır.’’ Demesi tembihlenmistir. ‘’Hüküm ancak Allah’ındır.’’
Diğer iki ayete gelince, bunların birinde (Yusuf 12/40) sirkin
batıl/temelsiz bir inanç olduğu, uluhiyyetin Allah’a has kılınması
gerektiği belirtilmis ve bahis konusu ifade, hapisteki arkadaslarına
tevhid inancını anlatan Hz.Yusuf’un sözü olarak aktarılmıs; diğer
ayette (Yusuf 12/67) ise ‘’Tedbir ilahi takdiri değistirmez.’’
Seklindeki inancına atfen Hz.Yakub’un sözü olarak nakledilmistir.
Bir an için söz konusu ifadedeki ‘’hüküm’’ kavramının tesri’ ile ilgili
olduğu kabul edilse bile, üç ayetten hiçbiri ‘’Allah dini ahkamın
tümünü Kuran’da vazetmistir.’’ gibi bir iddiaya haklılık payesi
vermez. Aksini iddia etmekse ancak ilk Haricilere atfedilen Kuran
ve yorum anlayısıyla mümkün olabilir. Bu anlayısın temel karakteristikleri ise tarih-dısılık, bağımsızlık, sathilik ve
gelisigüzellik seklinde sıralanabilir.
1. Kuran Arastırmaları Grubu, ‘’Kuran Ayetlerine Göre
Din’’,www.kurandakidin.net Bu adrese Edip Yüksel ve
taraftarlarına ait olan 19.org sitesinin alt penceresinden ulasılabilir.,
(Çağdas Bir Dini Söylem Olarak Kurancılık, Kurancılık Söyleminin
Tutarlılığı/Tutarsızlığı, s.213-215)

Basta Hz.Peygamber’in sözlü ve fiili sünneti olmak üzere sahabe
ve tabiundan menkul bilgi, görüs ve değerlendirmeleri, kısaca
tarihsel tecrübeyi ve zengin ilmi geleneği yok hükmünde sayarak
dini ahkamı tek kaynağa irca eden Kurancılık söyleminin
tutarlılığı/tutarsızlığı meselesine, bu söylemin tarihteki tüm
temsilcilerine istidlalde bulunduğu birkaç ayette ne kastedildiğini
tavzihle baslamak yerinde olacaktır. Bu bağlamda öncelikle, ‘’Biz
kitapta hiçbir seyi eksik bırakmadık.’’ (Enam 6/38) mealindeki
ayetin gerçekte ne söylediğini izah etmek gerekir. Çünkü bu ayet
gerek Kurancılar, gerek bilimsel tefsirciler, gerek sufiler yada
aradıkları her seyi Kuran’da bulduklarına ve bulacaklarına
inanan tüm çevreler tarafından en güçlü delil olarak
sunulmaktadır. Klasik dönem tefsir kitaplarına bakıldığında
ayetteki el-kitab kelimesinin hemen müfessirlerce, Ümmü’l-Kitab,
Levh-i –Mahfuz ya da ilmi ilahi olarak açıklandığı görülür.
Gerek bu izah, gerekse siyak-sibak bütünlüğü ayetin, ‘’insanlar ve
diğer bütün canlı varlıkların ecelleri, rızıkları ve amelleriyle ilgili
tüm bilgiler, eksiksiz olarak Allah katında kayıtlıdır’’ seklinde bir
anlam tasıdığını gösterir. Buna mukabil Fahreddin er-Razi el-
Kitab kelimesine ‘’Kuran’’ manası vermeyi tercih etmistir. Razi’nin
bu tercihi, usül ve füruda sıkı bir Safii taraftarı olmasıyla ilgilidir.
Đmam Safii’nin,’’Ümmetin (re’y,kıyas, ictihad, istinbad meyanında)
söylediklerinin tamamı Sünnet’in serhi; Sünnet’in tamamı da
Kuran’ın serhidir.’’ Sözü dikkate alındığında Razi’nin ‘’Kuran’da
yok yoktur.’’ Gibi bir inanca sahip olması gayet tabiidir. Et-
Tefsiru’l-Kebir isimli tefsirinin, tefsirden ziyade ilimler ansiklopedisi
mahiyetinde olması da bu inancın bir göstergesi ve semeresidir.
Tekrar asıl konuya dönersek, söz konusu ayette Allah’ın sınırsız ilim
ve kudretinden söz edilmekte, el-kitab kelimesi ise çesitli ayetlerde
Ümmü’l-Kitab, Levh-i-Mahfuz,Đmam-ı-Mübin gibi farklı
terkiplerle ifade edilen ilahi ilme karsılık gelir. Dolayısıyla elkitab’ın
ilgili ayette ‘’Kuran’ın delaleti, Đbn Asur’un (ö.1973) da
belirttiği gibi son derece zayıf bir ihtimaldir. Bu ihtimal doğru
kabul edildiğinde, sınırlı sayıda ayetten olusan Kuran metninde
umur-i diniyye ve dünyeviyyenin tek tek tadat edildiğini,
dolayısıyla ahkam yönünden hiçbir seyin eksik bırakılmadığını
söylemek gerekir ki kimi Kurancılar da aynen böyle söylemektedir.
‘’Hiçbir seyi eksik bırakmadık.’’ demek, ‘’Her seyden söz ettik’’
demektir. Nitekim Nahl 16/89. ayette de, ‘’(Ey Peygamber!) Biz bu
Kuran’ı sana her seyi açıklamak (…) için indirdik.’’ buyurulmustur.
Ancak Kuran’daki muhteva lafzi-literal anlamdaki ‘’her sey’’in
medlulünü kesinlikte karsılamaz. Çünkü bu anlamdaki ‘’her
sey’’in kapsamına bütün tümeller ve tikeller girer.
Kuran’ın muhtevasına bakıldığında, ağırlıklı olarak inanç ve ahlak
temelinde tevhid, sirk, iman, küfür, nifak, fazilet, rezilet gibi belli
baslı konulardan söz edildiği, ahkamla ilgili ayetlerin iseen
tekellüfü hesaplamayla dahi ancak bes yüze baliğ olduğu, yine
Kuran metninin önemli bir kısmının kıssalardan olustuğu ve
bunların çoğunda tekrarlar ve tedahüller bulunduğu görülür. O
halde, ‘’her sey’’den maksat, bildik anlamda ‘’her sey’’ değil,
baska bir seydir. Daha açıkçası, Nahl 16/89. ayette kastedilen
anlam, dini-ahlaki rehberlik, (hidayet) hususunda ve/veya dinin temel ilkeleri konusunda gerekli olan her seyin Kuran’da
açıklanmasından ibarettir. Bunun aksi savunulduğu taktirde, söz
gelimi Neml 27/23. Ayette geçen min külli sey’ ibaresine de aynı
anlamı yüklemek ve Sebe melikesine dünya üzerinde mevcut olan
bütün her seyden, her nesneden verildiğini söylemek gerekir. Oysa
buradaki ‘’her sey’’in böyle bir anlam tasımadığı izahtan
varestedir. Sözün özü, Kuran zerreden kürreye kadar bütün her
seyden tek tek söz eden bir kitap olmadığın gibi, prospektüs gibi
okumaya müsait bir metin de değildir.(Çağdas Bir Dini Söylem
Olarak Kurancılık, Kurancılık Söyleminin Tutarlılığı/Tutarsızlığı, s.
211-213)

Kurancı söylemin Kuran’ı anlama ve yorumlama tarzı da bütün
bu özellikleri az çok ihtiva eder. Böyle olması Kuran’ı dinde yegane
ve yeterli kaynak olarak görmenin kaçınılmaz sonucudur. Çünkü
Kuran kendi tarihsel ve metinsel bağlamında okunduğu zaman,
onun her sey hakkında konusmadığı anlasılır. Özellikle sahabe ve
tabiuna ait izahlara bakıldığında, Kuran’ın bahis konusu ettiği
hususların hemen tamamıyla nüzul ortamındaki tarihi çerçeveyle
sınırlı olduğu görülür. Hal böyleyken Kurancı söylem bu tarihi
anlam çerçevesine bilinçli olarak bakmaz; çünkü oraya baktığında
kendi zihninde kurguladığı ve/veya ‘’Kuran su konuda da
konusmalı’’ arzusunun karsılığını ne Kuran metninde ne de
sahabe ve tabiun neslinin tefsirinde bulabilir. Sahabe ve tabiuna
ait izahlarda bulacağı seylerin önemli bir kısmı, Mekkeli
müsriklerin veya Medineli Yahudiler, Hristiyanlar ve münafıkların
yapıp ettiklerine dair ifadeler, Allah’ın isim ve sıfatları hakkında
tecsim ve tesbih yüklü tavsifler, cennet ve cehennemle ilgili olarak
yetmis bin akrep, yetmis bin yılan yahut yetmis bin kösk ve bir o
kadar da huri gibi abartılı tasvirler, hukuki ayetler bağlamında
ganimet paylasımı, haram aylarda savas meselesi, köleler ve
cariyelerin statüsü gibi konularla ilgili Arabi-örfi hükümler,
muhtelif kıssalar bağlamında da efsane ve menkıbe türü
anlatılardan ibarettir. (Çağdas Bir Dini Söylem Olarak Kurancılık,
Kurancılık Söyleminin Tutarlılığı/Tutarsızlığı, s.215)

Bir sözün en doğru sekliyle söylendiği yerde, doğal bağlamı
içerisinde ve doğrudan muhatapları nezdinde anlasıldığı
tartısmak yersiz olduğuna göre, ‘’Kuran en doğru sekliyle sahabe
tarafından anlasılmıstır.’’ Hükmünün altını çizmek gerekir. Çünkü
Kuran Arabi bir lisanla, Arabi bir hüküm olarak, yani sahabenin
dil, idrak ve kültür kodlarına uygun sekilde nazil olmustur. Bu
yüzden Kuran’ın aslında ne dediğini ve kime ne söylediğini en iyi
anlayıp kavrayanlar, vahyin nüzulüne bizzat sahit olmanın ve
Hz.Peygamber’in yanında bulunmanın avantajına da sahip olan
sahabilerdir. Sahabe ve tabiun neslinden menkul izahlar, her ne
kadar modern çağdaki Müslümanların Kuran’dan umduklarını
karsılamasa da hayal kırıklığı yaratsa da, Kuran’ın aslında kendi
nüzul vasatında olup bitenler hakkında konustuğu, baska tarihsel
kontekstlere tasınabilir nitelikteki inanç ve ahlak muhtevalı külli
beyanlarının ise ilk defa Kuran ayetleriyle insanlığın gündemine
girmediği gerçeğini anlama hususunda son derece kıymetli tarihi
belgeler hüviyetindedir.(Çağdas Bir Dini Söylem Olarak
Kurancılık, Kurancılık Söyleminin Tutarlılığı/Tutarsızlığı, s.215-216)

‘’es-sünnetü kâdiyetü ‘ale’l-kuran’’ 1
Bu söz ilk bakısta çok cüretkar bir düsünceyi ifade ediyor gibi
gözükebilir; ancak biraz düsünüldüğünde son derece isabetli bir
fikri muhtevaya sahip olduğu fark edilir. Çünkü bu söz, ‘’Dini
deliller hiyerarsisinde Sünnet birinci, Kuran ikinci sırada yer alır.’’
veya ‘’Sünnet mutlak manada Kuran’ı önceler.’’ gibi kabataslak
bir manaya delalet etmekten ziyade, ‘’Allah’ın buyruklarının
pratik hayattaki karsılığı Sünnet tarafından gösterilir.’’ Seklinde
bir ince anlam tasımaktadır. Nitekim Kuran Hz.Peygamber’in hayatında ete kemiğe bürünmüs ve dolayısıyla rehberlik
misyonunu Sünnet sayesinde icra etmistir. Kısaca, Allah’ın
Kuran’daki tüm istek ve beklentileri Hz.Peygamber’in
örnekliğinde (üsve-i hasene) gerçeklesmistir. Bu itibarla Sünnet,
Müslümanlar için Kuran’dan daha önceliklidir. Basta sahabe nesli
olmak üzere tüm Müslümanlar, Kuran hitabına Hz.Peygamber
sayesinde muhatap oldukları gibi Müslümanlığın pratikte neye
tekabül ettiğini de yine onun sayesinde öğrenme imkanı buldular.
Bu noktada, biz çağdas Müslümanların Hz.Peygamber’e ve onun
sünnet-i hüdasını bugüne kadar yasatan herkese sonsuz minnet ve
sükran borçlu olduğumuzu bilmek durumundayız. Dikkat edilirse,
burada Hz.Peygamber’e aidiyeti sübut ve delalet yönünden kritik
edilmesi gereken tek tek hadislerden ve rivayetlerden değil, Đslam
ümmetinin mütevatiren nesilden nesile davranıs kodları olarak
aktardığı dini-ahlaki rehberlikten, yani kısaca yasayan sünnetten
söz edilmektedir.
1. Darimi, Mukaddime, 49
(Çağdas Bir Dini Söylem Olarak Kurancılık, Kurancılık Söyleminin
Tutarlılığı/Tutarsızlığı, s.217)

Bize öyle geliyor ki Kuran’ın dinde yegane ve yeterli kaynak
olduğu söylemi, en iyimser nitelendirmeyle sağlam bilgi ve
donanım eksikliğinin ürünüdür, sayet değilse Sünnet ve gelenek
konusunda takıntılı bir ruh ve zihin halinin tezahürüdür. Kuran’ı
özellikle Sünnet’ten ayrı düsünmek, onu öğretmensiz bir ders
kitabı gibi görmekle es değerdir. Aslında Kurancılığın Kuran
anlayısı da tam olarak budur. Ne var ki bu anlayıs tıpkı ilk Harici
gruplar gibi .’’Hüküm ancak Allah’ındır.’’ diyerekten
Hz.Peygamber’in ve Sünnet’in dini kaynak hiyerarsisindeki
otoritesini yok saymasına karsın, Kuran’da verili olmadığı halde
namazdaki iftitah tekbirlerinden tahiyyat ve selama kadar bütün
tikel hükümleri sözün ona ayetlerden istinbat etmekle kendisini
hüküm vaz’ına tesri’ yetkili kılmakta sakınca görmemistir. Diğer
bir deyisle, Kurancı söylem, ibtidaen hüküm vaz’ı söyle dursun,
ahkamla ilgili ayetlerin tatbikinde bile Hz.Peygamber’e genel
geçer bir yetki tanımazken veya en azından onun tatbikatına çok
kere mesafe koyarken, son derece sınırlı bir stoka sahip olan
bireysel aklına bir tür ‘’sarilik’’’ misyonu yükleme cüreti
gösterebilmistir. (Çağdas Bir Dini Söylem Olarak Kurancılık,
Kurancılık Söyleminin Tutarlılığı/Tutarsızlığı, s. 218-219)

Bütün bunlar bir yana, Kurancı söylemin dini ahkamı salt Kuran
metninden istinbat ettiği iddiası da tartısmaya açıktır. Zira
namazın rekatları, zekatta nisab miktarları gibi bir çok konu ve
kavram Kuran’da yer almamaktadır. Oysa kimi Kurancı çevreler
bütün bu tür konularla ilgili hükümleri Kuran’dan ürettiklerini
söylemektedir. Peki, o halde namazın rekatlı, zekatın nisablı
olusuna dair bilginin kaynağı nedir? Hiç kusku yok ki bu kaynak,
Sünnet ya da daha genel bir ifadeyle dini gelenektir. Yani sözü
edilen meseleler gelenek yoluyla öğrenilmektedir. Hal böyleyken
Kurancılar bu gerçeği bir anlamda yok sayarak doğrudan Kuran’a
basvurmakta ve dini ahkamı bütün tümelleri ve tikelleriyle güya tek kaynaktan istihraç etmektedir. Oysa gerçekte yapılan is, gelenekten aktarma yoluyla öğrenilen dini ahkama ve kavramlara kimi zaman asırı yorumlarla Kuran’dan bir referans uyarlamaya çalısmaktan baska bir sey değildir. Bütün bunlara rağmen Kurancı söylemin dini ahkama Kuran’dan referans uyarlama çabasında belli ölçüde basarılı olduğundan söz edilebilir; fakat bu görece basarının asırı yorum özgürlüğünden kaynaklandığını da söylenmelidir. Çünkü geleneğin tasviyesiyle elde edilen bu yorum özgürlüğü, mana tayininde gelenekten bosalan belirleyici konuma modern toplumsal matrisi ve çağdas yorumcunun öznelliğini ikame etmeyi mümkün kılar. ( s. 220)

Hazırlayan: Emre Koç


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder