İbnü’l
Arabî ve Vahdet-i Vücûd Geleneği
Ekrem
Demirli
Kabalcı
Yayıncılık, İstanbul 2011, 343 syf.
İslam düşüncesinde bir yenilik ihtiyacı hisseden ve bunun için çalışan aydınlarımız, geleneğin tamamen reddi yöntemini yöntemi’l-âla olarak görmüş köklerimizde olan tasavvufu kökten red ederek dinin aslına ulaşabileceğimizi iddia etmiştir. Fakat zaman göstermiştir ki kökten reddin tepkisellikten ve rasyonellikten öteye gidemeyip yeni bir mezhep oluşturmaya yaramıştır. Pek az bir zaman sonra anlayacaklarını ummuduğum tarihi yok sayarak yeniliğin mümkün olmayacağı fikri üzerinde tekrar bu hakikati düşünmeyi diledim. Bundan ilhamla tasavvuf ilminde en güçlü etkiye sahip olan İbnü’l-Arabî’yi okumak istedim. Ekrem Demirli gibi bu konuda ilmi derinliği olan, ayrıca İbnü’l-Arabî’nin Fususu’l-Hikem’ini bize kazandıracak kadar fikirlerini içselleştirmiş biri tarafından kaleme alınmış “İslam Metafiziğinde Tanrı ve İnsan” kitabını tercih etmem ise kaçınılmayacak bir sonuçtu.
Müellifimiz
kitaba hacimli bir giriş yapmış, bu giriş metni içinde İbni Arabi ve öğrencisi
Sadrettin Konevi karşılaştırması yapmıştır. İbnü’l-Arabî’nin sufi-hakim
Sadrettin Konevi’nin ise hakim-sufi olduğunu söyleyerek ikisi hakkında ayrımı
en yalın ve en net şekilde açıklamıştır.
Müellifimiz
birinci bölümde metafizik düşünce üzerinde durmuş, bu konu ile ilgili alt
başlıklar açmıştır. Kıdem ve hudus konusunun tartışmalarından bahsederken İbnü’l-Arabî’nin
bu tartışmalara yeni bir boyut getirdiğini, “Âlem için ne zaman var olduğu
sorusunu sorabilir miyiz?” dediğini aktarmıştır. Zaman konusu üzerinde duran
İbni Arabi, Dehr’in Allah olduğunu söylemiştir. Döngüsel zaman teorisi ile
ilgili zamanın zihinde ilk tasavvur edilen gayeye döndüğünü söyler bunu
Peygamberin ilk yaratılan ilk gaye olduğu diğer peygamberlerin onun şeriatını
getirdiğini söylediği örneği ile açıklar. Bunu tarihin ilk seyri olarak görür,
ikinci dönemin ise Peygamber döneminin kendi içinde geçirdiği aşamaları, geceye
benzeterek ve bu gece metaforunu üçe ayırarak anlatır. Kendi dönemini gecenin
son üçte birlik zamanı olduğunu ilim ve marifetin işte bu dönemde indiğini
söyler. Son bölümde ise gelinen sonun aslında başlangıç olduğunu asıl gayenin
zaten bu sona ulaşmak olduğunu söyler.
Yeni
dönemde tasavvuf başlığında müellifimiz, İbn Haldun’un tasavvuf seyri ile
ilgili görüşlerini anlatır. Tasavvufun Bâtınilik ile karşılaşmasının
bozulmasına neden olduğunu söyler. İbnü’l-Arabî’ve takipçileri ise kendilerini
felsefede eksik kavranılmış olan hakikati ikmal eden kimseler olarak
görmektelerdi. İbnü’l-Arabî fıkıh, tefsir, kıraat ilimleri ile uğraşmışsa da İbnü’l-Arabî
ve takipçileri incelenecekse, kelam ve felsefe ile ilişkileri üzerinde daha
dikkatli durmuşlardır. Kelam İbnü’l-Arabî’ye göre, inanana yarar sağlamayan
inanmayana ise iknada yetersiz ilimdir. Felsefe konusunda İbni Arabi’den çok
Konevi’nin görüşleri aktarılmıştır. Konevi’nin felsefeye eleştirileri
Aristoteles takipçileri ile ortaya çıkan yöntem üzerine olmuştur.
Şarihler
dönemi ve iki kitabın serüveni başlığında ise müellifimiz, Fusûsu’l-Hikem ve
Miftahu’l-Gayb kitaplarını ele almıştır. Fusûsu’l-Hikem’in tasavvuf dünyası
için çok önemli bir eser olduğunu onun sayesinde pek çok yeni terimin ortaya
çıktığını, en çok şerh edilen eserlerden olduğunu, peygamberlerin öykülerini
ele aldığını söyler.
Müellifimiz, kitabın devamında ikinci bölüme
“Metafiziği Yeniden Yorumlamak” başlığı ile geçer. Olgunluk döneminin en büyük
sorununun adlandırma güçlüğü olduğunu, “yün giyenler”, “tasavvuf metafiziği”,
“felsefi tasavvuf”, “nazari veya teorik tasavvuf” gibi isimleri almış iseler de
hepsi bir kısmını kapsayan bir kısmını bırakan isimler olarak kaldığını söyler.
Teorik
tasavvufa giden süreçte, zühd konusunu ele alan müellifimiz, sunni tasavvufun
gelişimi ile devam eder. Dini yükümlülüklerin bir araç mı bir amaç mı? olduğu
sorunun ilk dönem tasavvufunun en önemli sorunu olduğundan bahseder. Yöntem
sorununda da birçok eleştiri almış olmalarını dillendirir. Fakat onların tek
yönteminin olduğunu bunun da; ahlakın güzelleşmesi, nafile ibadetle farzların
sağlamlaştırılması, zikir gibi konularla bir ahlak geliştirme yöntemi olduğunu
söyler. Son dönemde ise çeşitli konularda fikirlere sahip geniş bir yapının
ortaya çıktığından bahseder.
İbnü’l-Arabî dönemi tasavvufi olgunluk döneminde bir tasavvuftur. Müellifimiz; yeni dönem sufileri tikel ilimlerin kendisine hizmet ettikleri üst bir ilim kurmak isterlerken, kelama dayanmakla birlikte en çok metafizikle uğraştıklarını söyler. Yeni terimler oluşturduklarını filozofların metafizik ve diğer ilimler olarak isimlendirmelerini İbnü’l-Arabî’nin kevni ve rabbani ilim olarak ayrım yaptığını söyler. Metafizik konusunda yorumlamalarından bahseden müellifimiz; Konevi’nin metafiziğin konusunun hak ve hakkın varlığı olarak belirttiğini söyler.
Üçüncü bölümde müellifimiz, İbnü’l-Arabî’ve takipçilerinde varlık sorununa değinir. Varlık konusu ile başlayan müellifimiz; sufilerin varlık anlayışının merkezinde Tanrı’nın yer aldığı bir Tanrı-âlem yorumu olarak kendini bilmek, Tanrı’yı bilmek olarak tanımlamıştır. İbnü’l-Arabi’nin tanrı tasavvuru; bütün varlığın ve varlıktaki her eylemin ilkesi olan tanrı anlayışıdır. Sufiler şöyle düşünüyordu; herhangi bir dış şart yok ise ancak bir şeyden ancak kendisi gibi bir şey çıkması zorunludur. Fakat İbnü’l-Arabi varlık birse de onun iki yönü vardır, bu ilahi isimlerle oluşur, farklılık çokluk esasen bundan kaynaklanmaktadır der. Sufiler, “rahmetim her şeyi kaplamıştır.” Anlamındaki ayeti de Tanrı’nın kötülük azap dâhil olmak üzere her şeyi kaplamış olması ile açıklar. Varlık ve mertebeleri konusuna değinen müellifimiz, İbnü’l-Arabi’nin varlığın mertebeleri konusunda en fazla kullanılan yedi mertebeyi kitabına almıştır. Bunlar: Lâ-taayyün Mertebesi, Taayyün-i Evvel, Taayyün-i Sani, Mertebe-i Ervah, Mertebe-i Misal, Mertebe-i Şehadet, Mertebe-i İnsan.
Dördüncü
bölümde müellifimiz; Metafizik düşüncede insan konusunu işler. İbnü’l-Arabi’nin
insan düşüncesini ele alırken, “toplamak-ayırmak” ya da “genel-özel” ihata
eden-edilen gibi kavramların üzerinde durulması gerektiğini söyler müellifimiz.
Bunlardan ihata eden-edilen ilişkisi konusunda birincisinin ilahi isimler
olduğunu ve bu isimlerle ulaştığı sonucu varlığa uygulamasının da ikincisinin
olduğu söyler ve bu teorisinin insan konusunda en önemli teorisi olduğunu
söyler. İnsanın ontolojik yönüyle ilgili olarak İbnü’l-Arabi’nin ihata
ediciliği üzerinde durduğunu, gayenin varlığı öncelediğini söyler. Epistemolojik
bir varlık olarak insan konusunda ise, herkesin varlıkta özel bir bilgiye sahip
olduğunu, bu bilmeyi hakka bağlayan isim yoluyla ve bu bilginin sonucu olarak
hakikati bilmek olduğunu söyler. Tanrı’nın en büyük delilinin Tanrı’yı insanda
ve insanın dünyasıyla bilmek olarak gördüğünü söylemiştir. Özgürlük konusunda
da İbnü’l-Arabi’nin fikirlerine değinen müellifimiz, “İnsan seçime” mecburdur.”
dediğini kaydeder.
Sonuç olarak; kitap çok akıcı bir dille yazılmış, dizin, bölümler, konu başlıkları özenle seçilmiş. Tasavvufu ikmal eden, kendine has felsefi sistemini oluşturan İbnü’l-Arabi abartıdan uzak anlatılmış, hatta yer yer eleştirilmiştir. Tasavvufun müslüman cemiyette hak ettiği yeri alması için ön yargısız tasavvuf menbağına tekrar bakılması için okunabilecek temel eserlerden olduğunu düşünüyorum. Kitabı okurken ziyadesi ile keyif aldığımı da eklemeden geçemeyeceğim.
Et tevfiki minallah…
Hazırlayan: Merve Sağlam
Çok güzel olmuş
YanıtlaSilBeğendiğinize çok sevindim.
Sil