3 Şubat 2016 Çarşamba

İslam Metafiziğinde Tanrı ve İnsan \ Ekrem Demirli

İbnü’l Arabî ve Vahdet-i Vücûd Geleneği
Ekrem Demirli
Kabalcı Yayıncılık, İstanbul 2011, 343 syf.

            
         İslam düşüncesinde bir yenilik ihtiyacı hisseden ve bunun için çalışan aydınlarımız, geleneğin tamamen reddi yöntemini yöntemi’l-âla olarak görmüş köklerimizde olan tasavvufu kökten red ederek dinin aslına ulaşabileceğimizi iddia etmiştir. Fakat zaman göstermiştir ki kökten reddin tepkisellikten ve rasyonellikten öteye gidemeyip yeni bir mezhep oluşturmaya yaramıştır. Pek az bir zaman sonra anlayacaklarını ummuduğum tarihi yok sayarak yeniliğin mümkün olmayacağı fikri üzerinde tekrar bu hakikati düşünmeyi diledim. Bundan ilhamla tasavvuf ilminde en güçlü etkiye sahip olan İbnü’l-Arabî’yi okumak istedim. Ekrem Demirli gibi bu konuda ilmi derinliği olan, ayrıca İbnü’l-Arabî’nin Fususu’l-Hikem’ini bize kazandıracak kadar fikirlerini içselleştirmiş biri tarafından kaleme alınmış “İslam Metafiziğinde Tanrı ve İnsan” kitabını tercih etmem ise kaçınılmayacak bir sonuçtu.
   Müellifimiz kitaba hacimli bir giriş yapmış, bu giriş metni içinde İbni Arabi ve öğrencisi Sadrettin Konevi karşılaştırması yapmıştır. İbnü’l-Arabî’nin sufi-hakim Sadrettin Konevi’nin ise hakim-sufi olduğunu söyleyerek ikisi hakkında ayrımı en yalın ve en net şekilde açıklamıştır.
   Müellifimiz birinci bölümde metafizik düşünce üzerinde durmuş, bu konu ile ilgili alt başlıklar açmıştır. Kıdem ve hudus konusunun tartışmalarından bahsederken İbnü’l-Arabî’nin bu tartışmalara yeni bir boyut getirdiğini, “Âlem için ne zaman var olduğu sorusunu sorabilir miyiz?” dediğini aktarmıştır. Zaman konusu üzerinde duran İbni Arabi, Dehr’in Allah olduğunu söylemiştir. Döngüsel zaman teorisi ile ilgili zamanın zihinde ilk tasavvur edilen gayeye döndüğünü söyler bunu Peygamberin ilk yaratılan ilk gaye olduğu diğer peygamberlerin onun şeriatını getirdiğini söylediği örneği ile açıklar. Bunu tarihin ilk seyri olarak görür, ikinci dönemin ise Peygamber döneminin kendi içinde geçirdiği aşamaları, geceye benzeterek ve bu gece metaforunu üçe ayırarak anlatır. Kendi dönemini gecenin son üçte birlik zamanı olduğunu ilim ve marifetin işte bu dönemde indiğini söyler. Son bölümde ise gelinen sonun aslında başlangıç olduğunu asıl gayenin zaten bu sona ulaşmak olduğunu söyler.

    Yeni dönemde tasavvuf başlığında müellifimiz, İbn Haldun’un tasavvuf seyri ile ilgili görüşlerini anlatır. Tasavvufun Bâtınilik ile karşılaşmasının bozulmasına neden olduğunu söyler. İbnü’l-Arabî’ve takipçileri ise kendilerini felsefede eksik kavranılmış olan hakikati ikmal eden kimseler olarak görmektelerdi. İbnü’l-Arabî fıkıh, tefsir, kıraat ilimleri ile uğraşmışsa da İbnü’l-Arabî ve takipçileri incelenecekse, kelam ve felsefe ile ilişkileri üzerinde daha dikkatli durmuşlardır. Kelam İbnü’l-Arabî’ye göre, inanana yarar sağlamayan inanmayana ise iknada yetersiz ilimdir. Felsefe konusunda İbni Arabi’den çok Konevi’nin görüşleri aktarılmıştır. Konevi’nin felsefeye eleştirileri Aristoteles takipçileri ile ortaya çıkan yöntem üzerine olmuştur.

   Şarihler dönemi ve iki kitabın serüveni başlığında ise müellifimiz, Fusûsu’l-Hikem ve Miftahu’l-Gayb kitaplarını ele almıştır. Fusûsu’l-Hikem’in tasavvuf dünyası için çok önemli bir eser olduğunu onun sayesinde pek çok yeni terimin ortaya çıktığını, en çok şerh edilen eserlerden olduğunu, peygamberlerin öykülerini ele aldığını söyler.

   Müellifimiz, kitabın devamında ikinci bölüme “Metafiziği Yeniden Yorumlamak” başlığı ile geçer. Olgunluk döneminin en büyük sorununun adlandırma güçlüğü olduğunu, “yün giyenler”, “tasavvuf metafiziği”, “felsefi tasavvuf”, “nazari veya teorik tasavvuf” gibi isimleri almış iseler de hepsi bir kısmını kapsayan bir kısmını bırakan isimler olarak kaldığını söyler.

   Teorik tasavvufa giden süreçte, zühd konusunu ele alan müellifimiz, sunni tasavvufun gelişimi ile devam eder. Dini yükümlülüklerin bir araç mı bir amaç mı? olduğu sorunun ilk dönem tasavvufunun en önemli sorunu olduğundan bahseder. Yöntem sorununda da birçok eleştiri almış olmalarını dillendirir. Fakat onların tek yönteminin olduğunu bunun da; ahlakın güzelleşmesi, nafile ibadetle farzların sağlamlaştırılması, zikir gibi konularla bir ahlak geliştirme yöntemi olduğunu söyler. Son dönemde ise çeşitli konularda fikirlere sahip geniş bir yapının ortaya çıktığından bahseder.

   İbnü’l-Arabî dönemi tasavvufi olgunluk döneminde bir tasavvuftur. Müellifimiz; yeni dönem sufileri tikel ilimlerin kendisine hizmet ettikleri üst bir ilim kurmak isterlerken, kelama dayanmakla birlikte en çok metafizikle uğraştıklarını söyler. Yeni terimler oluşturduklarını filozofların metafizik ve diğer ilimler olarak isimlendirmelerini İbnü’l-Arabî’nin kevni ve rabbani ilim olarak ayrım yaptığını söyler. Metafizik konusunda yorumlamalarından bahseden müellifimiz; Konevi’nin metafiziğin konusunun hak ve hakkın varlığı olarak belirttiğini söyler.

   Üçüncü bölümde müellifimiz, İbnü’l-Arabî’ve takipçilerinde varlık sorununa değinir. Varlık konusu ile başlayan müellifimiz; sufilerin varlık anlayışının merkezinde Tanrı’nın yer aldığı bir Tanrı-âlem yorumu olarak kendini bilmek, Tanrı’yı bilmek olarak tanımlamıştır. İbnü’l-Arabi’nin tanrı tasavvuru; bütün varlığın ve varlıktaki her eylemin ilkesi olan tanrı anlayışıdır. Sufiler şöyle düşünüyordu; herhangi bir dış şart yok ise ancak bir şeyden ancak kendisi gibi bir şey çıkması zorunludur. Fakat İbnü’l-Arabi varlık birse de onun iki yönü vardır, bu ilahi isimlerle oluşur, farklılık çokluk esasen bundan kaynaklanmaktadır der. Sufiler, “rahmetim her şeyi kaplamıştır.” Anlamındaki ayeti de Tanrı’nın kötülük azap dâhil olmak üzere her şeyi kaplamış olması ile açıklar. Varlık ve mertebeleri konusuna değinen müellifimiz, İbnü’l-Arabi’nin varlığın mertebeleri konusunda en fazla kullanılan yedi mertebeyi kitabına almıştır. Bunlar: Lâ-taayyün Mertebesi, Taayyün-i Evvel, Taayyün-i Sani, Mertebe-i Ervah, Mertebe-i Misal, Mertebe-i Şehadet, Mertebe-i İnsan.

   Dördüncü bölümde müellifimiz; Metafizik düşüncede insan konusunu işler. İbnü’l-Arabi’nin insan düşüncesini ele alırken, “toplamak-ayırmak” ya da “genel-özel” ihata eden-edilen gibi kavramların üzerinde durulması gerektiğini söyler müellifimiz. Bunlardan ihata eden-edilen ilişkisi konusunda birincisinin ilahi isimler olduğunu ve bu isimlerle ulaştığı sonucu varlığa uygulamasının da ikincisinin olduğu söyler ve bu teorisinin insan konusunda en önemli teorisi olduğunu söyler. İnsanın ontolojik yönüyle ilgili olarak İbnü’l-Arabi’nin ihata ediciliği üzerinde durduğunu, gayenin varlığı öncelediğini söyler. Epistemolojik bir varlık olarak insan konusunda ise, herkesin varlıkta özel bir bilgiye sahip olduğunu, bu bilmeyi hakka bağlayan isim yoluyla ve bu bilginin sonucu olarak hakikati bilmek olduğunu söyler. Tanrı’nın en büyük delilinin Tanrı’yı insanda ve insanın dünyasıyla bilmek olarak gördüğünü söylemiştir. Özgürlük konusunda da İbnü’l-Arabi’nin fikirlerine değinen müellifimiz, “İnsan seçime” mecburdur.” dediğini kaydeder.   

    Sonuç olarak; kitap çok akıcı bir dille yazılmış, dizin, bölümler, konu başlıkları özenle seçilmiş. Tasavvufu ikmal eden, kendine has felsefi sistemini oluşturan İbnü’l-Arabi abartıdan uzak anlatılmış, hatta yer yer eleştirilmiştir. Tasavvufun müslüman cemiyette hak ettiği yeri alması için ön yargısız tasavvuf menbağına tekrar bakılması için okunabilecek temel eserlerden olduğunu düşünüyorum. Kitabı okurken ziyadesi ile keyif aldığımı da eklemeden geçemeyeceğim.

                                                       Et tevfiki minallah…






Hazırlayan: Merve Sağlam

2 yorum: