Ehl-i Sünnet kavramında tarihsel süreç içinde meydana gelen semantik değişiklikler ve anlam kaymaları bir yana, daha ilk tedavüle çıktığı andan itibaren ona yüklenen manalar, kişiden kişiye, mezhepten mezhebe farklılık arz etmektedir. Yani bir Hasan Basri, bir Ebu Hanife ya da bir Maturidi ile, yine Ehl-i Sünnet içinde mütalaa olunan bir İbn Sirîn, bir İbn Mübarek ya da Ahmed b.Hanbel’in ona yüklediği anlamlar, bazen birbirinden oldukça farklı olabilmektedir. Aynı durum, Ehl-i Sünneti oluşturan Selefiyye, Maturidiyye ve Eş’ariyye gibi zümrelerin, ‘’Ehl-i Sünnet’’ anlayışlarında da mevcuttur. Hele hele, Ehl-i Sünnet dışında düşünülen mezheplerin ona yüklediği anlamlar ve onların ‘’Ehl-i Sünnet’’i tanımlama biçimleri daha da farklıdır. Nitekim günümüzde Müslümanlara ve hatta onlardan kendisini Ehl-i Sünnet diye tanımlayanlara bile ‘’Ehl-i Sünnet’ten ne anlıyorsunuz? Diye sorulsa, verilecek her bir cevap, getirilecek her bir tanım, birbirinden az-çok farklı olacaktır. Hatta birbirine taban tabana zıt şeyler de söylenecektir.
(s37.)
1) Namaza ait bütün rükün, şart ve vakitlerin tespiti, ilk önce sünnet ile sabit olmuş ve daha sonra nazil olan ayetler ise bunları te’yid etmiştir.
2) Abdest, namazın şartı olmasına rağmen, abdest ayeti hicri altıncı yılda nazil olmuştur. Oysaki abdest, sünnete binaen, ayetin nazil olmasından takriben yirmi sene öncesinden itibaren (yirmi sene müddetle) namazın şartı olarak vardı ve ne Hz.Peygamber (a.s.) ne de herhangi bir sahabi (bu müddet içinde) abdestsiz namaz kılmamıştı.(1)
Bu örnekleri hac, zekat, teyemmüm, oruç vb. diğer örneklerle sürdüren Carullah, bütün bunların da, ayetler inmeden önce sünnetle sabit ve kaim olduğunu belirterek şu sonuca varmaktadır:’’Ayetler ve ümmet, sünnetin,(edile-i şer’iyye içinde) birinci aslı (asl-ı evvel) olduğuna icma etmiştir.(2)…
…Her ne kadar Yahya b Kesir gibiler Kur’an’ın sünnet üzerinde değil; aksine sünnetin, Kur’an üzerinde hükümferma olduğu anlamında birtakım sözler sarfetmişlerse de,(3) usulcü Şatıbî, bu durumu, daha farklı bir şekilde değerlendirmiştir: Nitekim ona göre sünnet, itibari olarak Kur’an’dan sonra gelir. Bunun bir çok delilleri vardır ve onlar şunlardır:
1) Kitab (Kur’an), kat’idir; sünnet ise zannidir. Sünnette kat’ilik, tafsilen değil; ancak icmalen sahih olur. Halbuki Kur’an, hem icmalen hem de tafsilen kesinlik arz eder.
2) Sünnet, ya Kur’an’ı açıklar; ya da onun yanında artı bir takım hükümler getirir. Eğer sünnet, Kur’an’ı açıklayan bir şeyse, bu durumda o, itibari bakımdan, açıklanandan (mübeyyen/Kur’an) gçeriye, ikinci plana düşer.(…) Eğer sünnet bir beyan (mübeyyin) değilse, bu durumda o, ancak Kur’an’da bulunmayan hususlarda itibara alınır. Bu ise Kitab’ın/Kur’an’ın, itibari önceliğine delildir.
3) Kur’an’ın değer itibariyle sünnetten önce geldiğine üçüncü delil ise, Muaz hadisi gibi haberlerdir. Nitekim Muaz’a insanlar arasında ne ile hükmedeceği sorulunca o, önce Allah’ın kitabıyla, eğer onda bir hüküm bulamazsa kendi ictihadî rey’ine göre hükmedeceğini söyler. Kısaca özetlemeye çalıştığımız bu görüşlerini Şatıbî şöyle bağlamaya çalışır:’’İtibari mertebelerin hiçbirisinde sünnet, Kitab (Kur’an) gibi değildir.(4)
Yine ona göre, sünnette ne varsa muhakkak onun aslı Kur’an’da vardır. Sünnet, sadece Kur’an’ın mücmel ve mübhem olan ayetlerini açıklar ve ayrıntısına girer.(5)
Dipnotlar:
1. Daha ayrıntılı bilgi için bkz.Bigiyef, Musa Carullah, kitabü’s-Sünne,s.33.
2. Bigiyef,a.g.e., s.33.
3.Malati, Ebü’l-Hüseyin Muhammed b.Ahmed, Kitabü’t-Tenbih,(neşr.Zahidü’l-Kevseri),Kahire 1991,s.67; Sünnetin, Kur’an’ın üzerinde hükümferma olduğuna ilişkin bu söz, Ahmet b.Hanbel’e sorulunca o, şöyle der:’’Onu söylemeye cesaret edemem; ancak sünnetin, Kur’an’ın tefsir ve beyan ettiğini söylerim.’’bkz.Şatıbi, Ebu’l-İshak,el-Muvafakat,(neşr.Muhammed Abdullah Dıraz),Beyrut,t.y. IV/26.
4.Şatıbi age, IV/7,8; Sünnetin tanımı ve değeri açısından daha ayrıntılı bilgi için bkz.Şatıbi,age, IV/3-11.
5.Sünnetin bu yönü ve onun Kur’an karşısındaki konumu ve değeri hakkında oldukça geniş açıklamalar için bkz.Şatıbi,age, IV/12-71;Ayrıca bkz.Tahavi, Ebu Cafer Ahmed b.Selame el-Ezdi (ö.h.321). Usulü’l-‘Akideti’l-İslami,Müessesetü’r-Risale,Beyrut,1988,s.22.
(s.54-56.)
Nitekim İmam Malik (ö.h.179), herhangi bir kişinin ‘’tevhid’’ ve ‘’adl’’(adaletden) bahsetmesini, o kişinin Mutezili ve Kaderi olduğuna delil sayarken; diğer taraftan da bu gibi şeylerden bahsetmeyi ise,’’Ehlü’l-Ehva’’nın sonradan ortaya çıkardığı bid’atler olarak görmekte ve bütün bu bid’atlere karşı o, Sünnet’e uymayı salık vermektedir (1) ki, İmam Malik’in burada söz konusu ettiği ‘’Sünnet’’ kavramı, aynı zamanda ‘’Ehl-i Sünnet’’i ifade etmektedir…
…Nitekim İmam Malik örneğinde görüldüğü gibi, Kur’an’ın ruhuna uygun olsa bile, tevhid ve adalet (adl)ten (2) bahsetmek, belki önceki nesillerin inançlarına ters düşmeyebilir, ama ne de olsa o nesiller bu gibi kavramlardan bahsetmediğine göre, biz de onlardan (tevhid ve adalet) bahsedemeyiz. Çünkü önceki nesillerin (selef¬- sahabe-tabiin) söz konusu etmediği her şey bid’attir!
Bu mantığa göre, örneğin daha sonraki bir çok muhakkik alimin Allah’ın adaletinden, vahdaniyetinden, gücünden, kudretinden, velhasıl O’nun sıfatlarından ve kaderden İslam ve Kur’an bağlamında bahsetmesi bile,’’bid’at’’ olmaktadır. Dolayısıyla daha önceki nesillerin bahis konusu yapmadığı bu gibi hususlardan bahsedenler de, yine bu mantığa göre,’’bid’at ehli’’ birer sapkın durumuna düşmektedirler.
Oysa söz konusu bu tür hususlar hakkında Kur’an bağlamında i’mal-i fikir etmek, zaman içerisinde doğru-yanlış tartışma konusu yapılan bu gibi hususları Kur’an’ın temel öğretileri ışığı altında açıklığa kavuşturmaya çalışmak, kelamcı biri nazarında, değil peygamberi geleneğe/sünnete aykırı düşmek, akisne bu, nebevi geleneğin mantığına daha uygun düşen bir iştir. Dolayısıyla, insanların inançlarını tahkik-i iman bağlamında daha da sağlamlaştırmak için bir takım muhakkik bilginin kelam ilmi içinde bu gibi temel hususları Kur’an’ın öğretileri dahilinde en doğru bir şekilde araştırması, dine aykırı bir bid’at değil, tersine bu, dinin ruhuna uygun olduğu gibi, ayrıca nebevi sünnetin örnekliğine de daha uygun bir faaliyet olarak görülebilir. Böylece, haliyle sonradan ortaya çıktığı için Ashabu’l-Hadis’in bid’at bir ilim olarak kabul ettiği bu tür ilimler (kelam vs.) de, nebevi gelenek örnekliğinde sünnet içinde yerini alabilir. Ancak ne yazık ki artık ‘’sünnet’’bizzat ‘’Ashabu’l-Hadis’’in kabullendiği/kabullendirdiği manayı yüklemiş ve böylece anlamı daha da daraltılmıştır. Böylece daha ilk dönemden itibaren sünnet kavramı, önceki nesillerin inanç ve davranışlarına aykırı olarak sonradan ortaya atılmış ve atılacak olan bid’atleri önlemek amacıyla, özellikle Ashabu’l-Hadis tarafından bu şekilde formüle edilmiştir.
1.Malati, Kitabü’t-Tenbih, s.143.
2.Bu tabirler, Mu’tezile’nin;’’Din, tevhid ve adl’dan ibarettir.’’sözünde adı geçen ve gerçekte İslam’la iç İçelliği bulunan tevhid ve adl kavramlarıdır.
(s.70-71.)
Sünnetin, onların (Ashabu’l-Hadis vb.) nazarında din demek olduğuna, Bişr b. el-Haris (ö.h.277)’in;’’İslam sünnettir; sünnet de İslam’dır.’’(1) sözü, daha bir açıklık getirmektedir. Nitekim onlara göre bütün bunlar, sünnetin akideyle ilgili yönünü de açıkça ortaya koymaktadır. Böylece biz, Sünni geleneğe en büyük damgasını vuran Ashabu’l-Hadis’in ‘’sünnet’’ tarifini ve ona verdiği değeri burada açıkça görmekteyiz. Nitekim yukarıda aktardığımız birkaç örnek sözlerinden de anlaşılacağı üzere Ashabu’l-Hadis’e göre akideyi sünnete dayandırmak,’’Din’’(İslam)in bir gereğidir, Öyle anlaşılıyor ki bu anlayışa göre biz, doğrudan Kur’an’dan ilham almak suretiyle akideyi oluşturamayız. Bu bizim şahsi tefsir ve te’vilimiz olur. Onlara göre yapmamız gereken şey, Kur’an’ı da ‘’sünnet’’le anlamak olmalıdır. Böylece burada sünnete daha geniş ve daha büyük bir görev yüklenmektedir. Öyleyse, bu kadar büyük önemi haiz bir sünneti biz, nereden alacağız?! İşte burada da isnad olayı ortaya çıkıyor ki, onlara göre isnad, hadis rivayetinde fevkalade bir öneme sahiptir.
Netice itibariyle bize göre akidenin sağlam temele dayandırılması hususu, İslami ve aynı zamanda insani bir zorunluluktur. İslam inancının dayanacağı yegane sağlam temel ise şüphesiz ki Allah’ın kitabı Kur’an-ı Kerim’dir. Sünnete göre inancı oluşturmanın sakıncası, elbetteki Peygamber (a.s.) değildir. Sakıncalı olan,’’isnad’’ın sağlamlığı meselesidir. Ancak ne var ki, görünüşte sağlam gibi gözüken ‘’sened’’ler bile, bazen çürük olabilmektedir.Böyle bir tehlike her zaman olacağına göre, tevhid anlayışımızı biz, Kur’an’a dayandırmak ve ona göre inancımızı şekillendirmek en sağlıklı yoldur. Sünnet, Kur’an’da olanı açıklar; akidemizin yanlış şekillenmemesine katkıda bulunur. Dolayısıyla, Hz.Peygamber’in otoritesi de böylece teslim edilmiş olur.
1.Malati, age,s.143.
(s.72.)
Hicri II. Yüzyılın sonuna kadar Sünnilikten gerçek anlamda bir mezhep olarak söz etmek mümkün olmayacağına (1) göre;’’Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat Mezhebi’’ ismini, Bakıllani (ö.h.403), Cüveyni (ö.h.478), İsferayini (ö.h.471) gibi meşhur kelamcı alimler, Eş’ari’nin (bu arada Maturidi’nin) görüşleri için kullanmışlardır.(2) Her ne kadar onlardan önce yaşayan ve daha çok hadis rivayeti ile uğraşan Ehl-i Hadis ile sahabe ve tabiinden bir çoğu ‘’Ehl-i Sünnet’’ diye itibar olunsalar bile, ’’Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat Mezhebi’’ isminin ilk kez böylece ve açık bir şekilde kullanılmış olduğunu görüyoruz.(3)
1.Watt, İslam Düşüncesinin Teşekkül Devri, s.4.
2.Muhammed Abduh, Risaletü’t-Tevhid, Kahire, t.y. s.19.
3.Mustafa eş-Şek’a, İslam Bilâ Mezahib, Daru’l-Mısrıyye’l-Lüblaniyye, Kahire 1989, s.284.
(s.86.)
Ne var ki İbnu’l-Eş’as ayaklanması başarısızlığa uğrayınca, Ma’bed el Cüheni de Haccac’ın hapsini boylar. Ancak burada Haccac ile Ma’bed arasında geçen bir konuşma vardır ki, onun düşüncesini aksettirmek bakımından bu, oldukça önemlidir. Şöyle ki Haccac, hapisteyken Ma’bed’e orada işkence etmiştir. Sonra adeta ondan intikam alıp rahatlamak düşüncesiyle onu huzuruna getirerek;’’Ey Ma’bed! Allah’ın senin kısmetine takdir ettiği şeyi nasıl görüyorsun?’’ diye ona sorar. Bu kinayeli soruya karşılık Ma’bed;’’Ey Haccac! Allah ile benim aramda olan bu hususu (işi) bana bırak! Eğer Allah bana hiçbir şey takdir etmemiş de sadece bunu takdir etmişse, ben ona razıyım’’ der. Ancak Haccac üsteler ve bu sefer;’’Ey Ma’bed! Hapiste olman, tutuklanman, Allah’ın takdiriyle değil midir?’’ diye sorar. Bunun üzerine Ma’bed’in cevabı şu olur:’’Ey Haccac! Senden başka beni tutuklayanı görmüyorum; beni hapse atan birinin olduğunu da sanmıyorum; beni serbest bırak. Eğer beni hapse sokan Allah’ın ‘’kaza’’sı ise, ben ona razıyım!’’(1)
1. Kadı Abdulcebbar, Fadlu’l-İ’tizal, age, s.334.
(s.141.)
Ebu Hanife, kendisine isnad edilen Fıkhu’l-Ekber adlı eserinde ise, özetle şunları söyler:
1. ’’İman, ikrar ve tasdiktir.’’;
2. ’’Bütün müminler;marifet, yakin, tevekkül; sevgi, rıza, havf ve reca’ya iman hususunda eşittirler. Bu hususlara imanın dışında birbirlerinden farklıdırlar.’’;
3. ’’Allah, kullarına karşı lütufkardır, adildir, bazen kulunun hak ettiği sevabı lütfuyla kat kat fazlasıyla verir; bazen adaletine binaen kulunu günahlarından dolayı cezalandırır; bazen de kendisinden bir lütuf olarak affeder.’’;
4. ’’Biz bir Müslümanı –helal saymaması şartıyla- büyük bile olsa hiçbir günahından dolayı tekfir etmeyiz, bu durumdaki bir kimseden iman ismini kaldırmayız, ona gerçek anlamda mümin deriz.’’(*)
• Ebu Hanife, el-Fıkhu’l-Ekber, ss.68,69.
(s.158.)
Sonuç olarak bizim diyebileceğimiz şudur: Sünniliğin oluşumunda her ne kadar baskın ve birincil taraf genelde hep Ashabu’l-Hadis olmuş ise de, yine de Ehl-i Sünnet, sadece Ashabu’l-Hadis’i ifade eden bir kavram olmadığı gibi, aynı zamanda bu, sadece Eş’arileri ve Maturidileri kapsayan bir kavram da değildir. Çünkü eğer sünnetten maksat, başka birilerinin icat ettikleri değil de, Peygamber (a.s.) Sünnet’i ise, onu kabul edenler, sadece kendilerine ‘’Sünni’’ denilen insanlar değildir. Zira bu mana da bir sünneti, Ehl-i Sünnet ile birlikte, esasen Şia ve Mutezile gibi mezheplerin müntesipleri de kabul etmektedirler. Ancak onlardan her biri, sünnete, kendilerine göre farklı bir takım anlamlar yükledikten sonra onu o şekliyle kabul etmektedirler.
(s.188.)
Sonuç olarak Sünnilik, geleneğe (sünnete) uyan gelenekçi zümreleri ifade etmek için kullanılan genel anlamlı bir kavramdır. Dolayısıyla Ehl-i Sünnet kavramı, belirli bir mezhebi ifade etmenin ötesinde, gelenekçi söylemi benimseyen pek çok mezhebi, zümreyi ve grubu da içeren oldukça geniş anlamlı genel bir şemsiye kavramdır.
(s.191.)
Hazırlayan: Emre Koç
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder