15 Ekim 2013 Salı

Müslümanca Yaşamak \ Rasim Özdenören

Müslümanca Yaşamak \ Rasim Özdenören

Müslümanlar şeytanın iğvası olan "üstün insan" olmayı bir tarafa atarak insanın bu dünyaya gönderilişinde yüklenme zorunda olduğu biricik misyonun kul olmak olduğunu hatırlar ve onun gereklerini yapmaya çıkarsa, "üstün insan" olma gayretinin insan için ne kadar küçültücü bir şey olduğunu daha iyi görür.

Bazı müslümanların, hr şeyin kendileriyle kaim olduğu, kendilerinin yol göstericiliği olmasa insanların ayartmalara kapılabilecekleri, dahası İslam'ın anlasılabilmesinin bile kendi zatlarıyla mümkün olabileceği hususunda meydana gtirmek istedikleri izlenimler, bu sapık üstün insan motifinden çıkar.
"şeçilmiş" olan bir kendisidir, gerisi ya bit, ya tahta kurusu..

Nietzche'ye ait şu söz:
"Hafızam belli birşeyi yaptığımı söylüyor, vicdanımsa yapmadığımı; hafızam vicdanıma yenilmeyi kabul ediyor." Geçmişte yaptıklarımızı halen yapmakta olduklarımızı değerlendirebilmek için bir mihenk olarak kullanılabilir bu söz. Gerçekten bir şey yapıyor muyuz yoksa sadece öyle bir görüntünün içine mi girmişiz? Kendimizi aldatmaya meyletmeden vereceğimiz cevapta, marjinal anlarda yapabileceğimiz şeyleri göz önünde tutmalıyız. Yoksa "şartlar" diye öne sürdüğümüz şeylerden kolay mazeretler çıkarmak her zaman mümkündür.

İslam, salt zihnî bir olgudan ibaret değildir. Zihnin her türlü şirkten, gizli küfür bulaşıklarından arındırılması, kısacası "kelimeişehadetin" kavranılması ve tasdik edilmesi insanı Müslüman yapmaya yeterliyse de, "Müslümanca bir hayat tarzını" yaşayabilmek için şehadet kelimesinin getirdiği sonuçlara uymak gerekmektedir. Bunun adına amel deniliyorsa, boyle bir amelin içinde olup olmadığını kiş kendine sormalıdır.

Asr-ı saadet'in Müslümanları, putperest düzene karşı fiilen savaş halindeydi. İçinde yaşadıkları düzeni, İslami esaslar doğrultusunda değiştirmek istiyorlardı. İslam o toplum düzeni için tümüyle yeni bir hadise olduğundan, Müslümanların namazı bile tehlikeli görünüyordu. Çünkü her namaz, mevcut düzene bir meydan okuma, bir tebliğ niteliği taşıyordu.

Müslümanlar, kuşku yokki antiemperyalisttir. Fakat emperyalizme karşı olmak Müslüman'ın biricik mümeyyiz vasfı değildir. Emperyalizme karşı olmak, Müslümanın güttüğü siyasetin sebebi ve gayesi değil, fakat sadece bir neticesidir. Müslüman, kâfire benzemeyi reddettiği için antiemperyalisttir., antiemperyalist olduğu için kâfire benzemeyi reddetmiyor. Kafire benzemeyi reddetmek, giyim kuşamdan, üretim ve tüketim kalıplarına, selamlaşmadan, ev içi döşeme stiline kadar hátın en küçük ayrıntısını kapsayabilecek genişliktedir. Halen Batı ölçülerine göre tüketimde bulunduğu halde emperyalizme karşı çıkabileceğini sanan, bunu iddia eden belli bir bilinç düzeyine ulaşamamış Müslümanlar bulunuyor.

İslâm'ı bir hayat tarzı halinde yürürlüğe koyma konusunda Müslümanlar arasında müşahede edilen yaygın, fakat bir o kadar da yanlış eğilimlerden biri İslâm'ı her şeyden ve herkesten önce kendi hayatında yürürlüğe koymak olmalıyken, onun adeta kendi hayatının dışında bir yürürlüğü varmış gibi bir zehaba yer vermesnde görülüyor. Böyle bir beklenti içinde olmak farkına varmadan, İslam'ın yürürlüğe girmesinde kendi üzerinde sorumluluk bulunmadığını sanmakla ilgilidir. Yani bir bakıma deniliyor ki, ben bu işin mücadelesinde yokum, fakat siz başarırsanız tâbi olurum.

Din, bir zihin konforu, kişinin bir tefahür (övünme) aracı haline geldikten sonra, ona artık "ameli" bir fenomen olarak bakmak imkansızlaşır. Üzerinde zihni spekülasyonlar yapmayı denediğiniz herhangi bir "toplum kurumu" olur. Bundan sonra ona övgüler, mersiyeler döşense, hatta onun vazgeçilmezliği layüsel sanılan "bilimin verileri"yle kanıtlamaya girişilse, din ameli bir hadise olmaktan çıkmış, "nazariye"nin konusu haline getirilmiş olur. Aslında babasının müftü olduğunu söyleyerek sizi kendisine saygı duymaya çağıran kimseyle, "bin yıllık tarihimiz"i söz konusu ederek bu kavme inanmanız hususunda size gerekçe gösteren arasında, düşünme tarzı bakımından fazla bir uzaklık yoktur. Biri sizin nazarınızda nefsini aziz kılmak için diğer mensup olduğu kavimle övünebilmek için dini istismar veya istimal etmektedir.

Allah dilerse her şey olur, kuşku yok. Fakat Allah'ın dilediği, emrettiği hayat yaşanmadıkça, Allah'ın hükmü insanlar arasında yürürlüğe girmez. İnsanı o hayat tarzını yaşamatan Allah mahrum etmiyor, o kend kendini mahrum kılıyor. Çünkü Allah, dinini tamamlamıştır. Fakat o dini yaşanmadıkça onun yeryüzünde yürürlüğe girmesi adetullahtan değildir.

Dinin sahibi ve koruyucusu Allah'tır. Fakat onun emaneti Müslümanların üzerinedir. Halen yeryüzünde yaşayan Müslümanlar bu emaneti "ehliyet"le yapabiliyor mu? Kendine Müslümanım diyen insanın davranışına bakarak bir kanıya varacak olursak, bu hususta sanırım iç açıcı bir sonuca ulaşmamız mümkün olmaz. Emaneti yüklenmiş görünen insanın davranışı, kendisi bilsin ya da bilmesin hıyanetle suçlanabilir. İslam'dan taviz vermeye yelteniyorsa, yapılan bu işe başka hangi ad verilebilir?

Kuşkusuz, verilen taviz için mazeret de dermeyan edilebilir. Nitekim edilmektedir. Bu mazeretler zımnında "zaman"a atıfta bulunulmaktadır: "Zaman öyle gerektiriyor, onun için boyle yapıyoruz" deniyor. Vebali zamana yüklemekle iki kat sorum yüklendiklerininse farkında değiller. İslam, Allah'ın indirdiği ve kabul ettiği tek din olarak, başka hiçbir dünya görüşüyle, başka hiçbir fikirle, amelle uzlaşmaya girmeye muhtaç değildir. O, kendi başına, insanın ihtiyacını karşılamaya muktedirdir. Bu bakımdan, zaaf İslâm'da değil, fakat onu yüklendiğini söyleyen insandadır. Aslında insan tanımının gerektirdiği davranış manzumesini hayatına geçirdiği an, dinden taviz vermesine gerek olmadığını kendiliğinden kavrayabilir.

Halen kendine Müslümanın diyen bazı insanların kafasî çağdaş putlarla donatılmıştır. Günümüzde, "ortalama" her Müslüman bu putlardan birini bir bahane olarak kullanıp İslam'ın hükmünden kaçabilmenin "yolunu" bulabilmektedir. O kadar ki, İslamdan taviz vererek İslam yolunda mücadele yürüttüğünü zannedenlere bile rastlanmaktadır. Bu duruma İslami siyaset demek şöyle dursun, ortada tavizden bile fazla bir şey bulunmamaktadır. Burada açıkça küfrün tuzağına düşmek, onun oyununa gelmek söz konusudur.

Bugünün Müslümanı mesela faizin haram olduğunu bilir, bilmekle kalmaz, faizin haramlığına içtenlikle inanır, fakat mevcut dünyada geçerliliğini yitirdiği, faizsiz bir iktisadi hayatın mümkün olmadığı zehabını da taşır. Aslında burada örtülü olarak helali haram ve haramı helal kılan bir görüşe sahiptir. Fakat kendisine bu görüşte olduğu söylense, onu da reddeder. Onun, söz konusu durumu, bu insanın İslam karşındaki tavrını belirler; o, İslamın bir vahiy dini olduğunu bilmekle beraber, aslında, daha çok "din" olgusunun mevcut sosyal düzen içindeki konumuna yenik düşmüştür. Başka bir deyişle, vahiy hakikati bu insan için uzak bir hatıradır. Fakat dinin toplum içindeki mevcut durumu gerçektir. Bu bakımından söz konusu insan için: 1.İslam bir gelenek bir kültür geleneği halinde yaşanmaktadır. 2.İslamiyet bütün hakiktatiyle ve bütün boyutlarıyla halen uygulanması mümkün bir din olmaktan çok ölü bir kültürdür.

Aslında Müslüman için önemsenmeye değer bir zaman dilimi varsa, o da Asr-ı Saadettir. Müslüman için başka bir anlamı var Asr-ı Saadetin: Asr-ı Saadet, geçmişte kalmış bir zaman kesiti değil, fakat bir yaşama tarzıdır. Bu yüzden geçmişe özlem duyan bir burjuvanın bu duygusundan aldığı hazla, bundan çıkan nefsanîlikle Müslümanın Asr-ı Saadet'e bakışı farklıdır. Asr-ı Saadet geçmişe ait olduğu için değil, belki daha çok geleceğe, gelecekten de çok güne ait yaşanması gereken bir örnek olduğu için anılıyor. Kent soylunun "bir zevki tahattur"u ile ilgili değil Müslümanın Asr-ı Saadet özlemi. Bu duygunun içine illa bir özlem kokusu bulaştırmak isterseniz, bu olsa olsa çağımızla ilgili bir hadisenin gerçekleştirilmesi için erişilen "bir devinim duygusu" olabilir.

Asr-ı Saadet'i geçmiş zamana ait bir ulam olarak düşünsek bile, bu olayın Müslüman insana verdiği duyguyla, burjuva insanının soyut olarak geçmişe duyduğu özlem arasında gene de önemli bir fark var: birincisi, insanı devinime çağırırken, ikincisi, onu atalete yöneltir. Birincisi, dinamik bir süre halinde belirirken, ikincisi uyuşuk, uyuz bir eylemsizliğin ifadesi olur.

Müslümanın çabasının asıl özelliği, kendi doğrularını ortaya koyma noktasında toplanıyor, diyoruz. Başkasının yanlışını düzeltmekten, onu düzelteceğim diye uğraşmaktan çok, kendi doğrusunu ortaya koyarak onun geçerliliğini sağlamayı öne alan tavır: başkasının yanlışını belirlemek bu çabanın olsa olsa bir sonucu olabilir, sebebi değil. Bir kez "Allah" dedikten sonra, her çesit putla, putçulukla savaşmak şarttır; fakat savaşın mücerret sebebi putlara karşı koymak değil, Allah'ın vaz ettiği dini, insanlar arasında yürürlüğe koymaktır. Putlara karşı savaşmaksa, sadece savaşma sebebinin doğal sonucu olarak ortaya çıkar.

Dünya müslümanları, en az şu son yüzyıldan beri dünyanın gözünde söyleyecek sözünü tüketmiş, yeni bir söz söylemekten de mahrum bulunan bir insan kalabalığı olarak görünmektedir. Bu görüntünün ortaya çıkmasında büsbütün Batıyı suçlayabilmenin imkânı yoktur. Onlardan da çok, bizzat Müslümanların kendilerine özgü, hayat tarzını, düşünm biçimini kaybetmiş olması, bununla kalmayarak Batıya özenen yeni bir hayat tarzını benimsemeye kalkışmaları, onların zihniyetine göre kendilerini düzenlemeye çabalamaları, söz konusu görüntünün ortaya çıkmasına yol açmıştır. Amerikalı beyaz adam, zenci kölesine ne kadar itibar ederse; Batılı insan da Müslüman'a ancak o kadar itibar eder. Çünkü bu Müslüman özendiği Batilının düsüncelerini yarım yamalak tekra etmekten başka bir şey yapmıyor ki!

Hz. Ömer zamanından bir vaka... Hz. Ömer, hilafeti zamanında cemaate soruyor: " Ben doğru yoldan saparsam ne yaparsınız?" cemaatten biri cevap veriyor: "seni kılıçlarımızla düzeltiriz." buna karşılık hz. Ömer Allah'a hamdü sena ediyor. Bu gerçeğin ifade ettiği anlamsa, Müslümanların her hal ve şartta kişilerin hatrına bakmaksızın İslam'a ait doğruları söylemesi gereğidir. İslam ahlakının kişilre telkin ettiği edep tavrı, İslam'a ait doğruların kişilrin hatırı için veya onlardan korkularak gizlenmesini tecviz etmemektedir.

Bireyin Etkinliği: her birimizin tek tek etkin bir Müslüman olması kuşkusuz arzulanan bir şeydir. Etkin Müslümandan söz ediyoruz. Yani hâlihazır şartlara müdahele etmeyi, onları İslâmi doğrultuda degiştirmeyi ve yönlendirmyi kendine iş edinmiş Müslümandan... Bu müslüman şartların gerektirdiği tedbirleri almak hususunda gerekli esnekliği gösterebilecek bir basiretin sahibidir, ama onun esnekliği şartlara teslim olmayı da reddeder.

Şimdi İslam'ı pratiğe indirgemedikçe, onu kendi bağlamı içinde düşünüp mütalaa etmedikçe, nazari bakımdan bize olmaz gibi görünebilecek şeylerin gerçekte "olabilir" olacağına akıl erdirebilmek mümkün görülmeyecektir. Günümüzde, Afganistan bize bu pratiğin yeni örneklerini sunacak değerdedir. Fakir ve teçhizatsız Afgan halkının, zengin ve süper teçhizatlı Rus ordusu karşısında savaş vermeye kalkışması, çoğu kişiye akıl almaz bir davranış gibi görünebilmektedir. Fakat Afganistan olayînda sık sık tekrarlanan bir söz, akıl erdirilemeyen bu olaylara akıl erdirmemizi sağlayacak sağlam bir ipucu veriyor: şehitlik mantığı... (1980'li yıllar)

Tebliğde her insanı mûstakbel bir Müslüman olarak görme zorunluluğu var. Bu bakımdan, İslamın tebliğini herkese ulaştırmak Müslümanın görevleri arsındadır. Burada anlatmak istediğimiz husus, insanların bireysel durumlarıyla ilgili değildir, genel olarak insan toplumuyla, dünya nüfusunu meydana getiren toplumla ilgilidir. Bu nüfusun içinde kimin Müslüman olacağı, kimin olmayacagı önceden bilinemeyeceğine göre, tebliğ genel olarak herkese ulaştırılacak biçimde yapılacaktır.

Bütün bunlara rağmen dünya nüfusunu teşkil eden insaların arasında Müslüman olmayanlar bulunacaktır. Tebliğ bu basit gerçek çerçevesinde gerçekleştirilecektir. Bugün dünyada bir milyara yakın Müslüman insanın yaşadığı söyleniyor. Şimdiki çabaların özü, kendisine Müslümanım diyen bu bir milyara yakın insanın çevresinde oluşacaktır. Bu insanlara Müslüman oldukları tekrar hatırlatılacaktır. İslam, başka hiçbir dünya görüşüne , felsefi akideye, herhangi bir doktrine benzemediği, o, herşeyden önce bir din olduğu, yaşanmadıkça ve kendi hayat tarzı kurulmadıkça Müslümanların kendilerine düşeni yerine getirmiş sayılmayacağı için, işte bu bir milyara yakın Müslüman insanı hedef alarak tebliğ hareketinin yürütülmesi gerektiğinden bahsedilebilecektir.

Batı ilminin gayesi esas itibariyle insanla başlayıp insanda son bulurken, yani gaye insandan ibaret ve insanı "ilahlaştırmak" iken; İslamî ilmin gayes insanın "kul" olduğunu ona hissettirmek ve insanın tesimiyetine yol açmaktır.

Hz. Ömer'e, cahiliye döneinde kendisni en çok güldüren şeyin ne olduğu sorulduğunda şu cevabı nakledilir; "Yolculuğa çıkmadan önce hurmadan putlar yapar, acıkınca da onları yerdik." Nitekim Hz. Ömer hurmadan put yapıp sonra da onu yedklerini söylerken, cahiliyye döneminde bu hareketini hiç de gülünç saymıyordu; bu hareket ona ancak İslam'ı kabul ettikten sonra gülünç görünmeye başlamıştır.

Hazırlayan: Duygu Sedef Demir












Hiç yorum yok:

Yorum Gönder