Bismillâhirrahmânirrahim.
Allah’a hamd, O’nun seçilmiş kullarına selam olsun!
2.1. Madde, Suret, Hareket, Zaman ve Mekânın ve Bunların Bir Kısmının Bir Kısmına İlave Edildiğinde Ortaya Çıkan Anlamların Açıklanmasına Dair
(...) Sonra, tikel (cüz’î) nefislerin tümel (küllî) nefisten gelen akımı (feyz) tek bir defada kabul etmesini engelleyen şey, onun madde denizinde boğulması ve cisimlerin karanlıklarının onun görme duyusu üzerinde yığılmasındandır. [Bu durum ise] onun cismânî arzulara şiddetli eğiliminden ve maddî lezzetlerle aldanmışlığından kaynaklanmaktadır. Ne zaman ki gaflet uykusunu sonlandırır ve cehalet uykusundan uyanır, körlük sarhoşluğundan ayılır, baygınlığın kötü durumlarından kurtulur; ilim ve irfanda yol almaya başlar ve bu durum üzerinde devam ederse işte o zaman tümel (külli) nefse ulaşır.
Her kim ki boşluğun kendi başına var olan bir cevher olduğunu, âlemin dışını sonu olmayan bir boşluk olduğunu, maddenin âlemin başlangıcından önce gelen bir cevher olduğunu, maddenin sonsuz bir şekilde bölünebileceğini ve bunun gibi şeylerin olduğunu zannederse [bilsin ki] bu sözlerin tamamı nefsin cevheri, onun güçlerinin çekicilikleri, onun bilgi ve ilimlerde nasıl tasarrufta bulunduğu hakkındaki bilginin kıtlığından kaynaklanmaktadır.
Hareket altı şekilde ifade edilir: Bunlar; Oluş, bozuluş, artma, eksilme, değişme ve yer değiştirmedir. Bilmelisin ki hareket her ne kadar suret ise de, herhangi bir zaman geçmeksizin cismin bütün parçalarına nüfuz edebilen ve herhangi bir zaman geçmeksizin ondan ayrılabilen tamamlayıcı ruhanî bir surettir.
yeniden diriliş gününde sura üflendiğinde ve kabirler onların üzerinde yarıldığında şöyle buyrulmuştur: “Üç kola ayrılmış gölgeye gidin” (77\Mürselat 30) Bu ise eni, boyu ve derinliği olan cisimler âlemidir.
Bizim ruhânî şehrimize girdiğin, bizim yaşantımızla yaşadığın, bizim tertemiz sünnetimizi öğrendiğin, bizim şer’î kanunlarımızı iyice kavradığın zaman umulur ki melekler âlemine (mele-i ala) bakman ve ebedî kalıcı bir mutlulukla saadete erenlerin hayatını; geçici, bozulan, dönüşen, değişen, ağır, karanlık bedeninle değil faziletli, şeffaf, yüce, ebedi nefsinle yaşaman için hayat ruhu ile kuvvetlendirilirsin. Allah seni, bizi ve bütün kardeşlerimizi ne nerede olursa olsun doğru yola ve hidayete erdirsin. Şüphesiz O, kulları için çok merhamet edici ve şefkat sahibidir.
2.2. Sema ve Âlem Olarak Adlandırılıp Nefsin Islahı ve Ahlâkın Olgunlaştırılmasına Dair
Nitekim ister âlemin dışında isterse de âlemin içinde olsun, boşluğun asla var olmadığı aklî burhanla ispat edilmiştir. Yukarıda da açıkladığımız üzere boşluk, içerisinde yer kaplayan bir şeyin bulunmadığı boş bir mekândır. Mekan ise cismin niteliklerinden biridir ve bir arazdır. Dolayısıyla da cisim olmaksızın var olamaz ve ancak cisimle birlikte ortaya çıkabilir.
Külli nefsin kendisi ile irtibatı devam ettiği sürece küre dönmeye devam edecek, ondan ayrıldığındaysa büyük kıyamet gerçekleşecektir. Nitekim kıyamet sözünün anlamı da “ayaklanma” sözünden türetilmiştir, yani nefis ayrıldığında onun için kıyamet kopacaktır. Allah Resulü (ona ve ailesine selam olsun) “Kişi öldüğünde kıyameti kopmuştur.” buyruğu ile cesedin değil, nefsin ayaklanacağını kastetmiştir. Çünkü ceset ölümle birlikte ayaklanmamakta, tam tersi nefis kendisine ikinci defa geri dönünceye kadar olduğu gibi durmaktadır.
Kardeşim gaflet ve cehalet uykusundan uyan ve yolculuğa hazır ol! Hikmetin işaretleri ile dolu olan, kurulmuş bu heykeli kendi isteğin dışında zorla senden almak için kıyametin kopmadan ve nefsin işitme, görme, koklama, tatma ve dokunma gibi duyularından yoksun bırakılıp, Kıyamet gününe kadar Berzah çukuruna terk edilmeden önce kıyamete hazırlan! Bu cismanî heykelin yardımıyla ruhanî bir heykel elde etmeye, cesedinle ilgili bu duyuların aracılığıyla aklî duyular kazanmaya çalış!
2.3. Oluş ve Bozuluşun Açıklanmasına Dair
Bilmelisin ki ey kardeşim, –Allah seni ve bizi kendi katından bir ruh ile desteklesin– ay altı âlemdeki cisimler yedi cinsten oluşmaktadır: Onlardan dört tanesi esas tümeller (küllî)lerdir. Bunlar ateş, hava, su ve topraktır. Bunlardan üç tanesi ise cüz’î oluşumlardır. Bunlar da canlılar, bitkiler ve madenlerdir.
bilmelisin ki ey kardeşim, oluş ve bozuluş aynı zamanda aynı şeyde bir araya gelmeyen iki zıddırlar. Çünkü oluş bir suretin maddede meydana gelmesi iken bozuluş bu suretin yok olmasıdır. Zira ondan bir şey bozuluşa uğradığı zaman başka bir şeyin oluşması gerekir. Çünkü heyula, kendisinden bir suret çekip çıkarıldığı zaman başka bir suret alır. Eğer bu suret daha üstün ise oluş olarak isimlendirilir, eğer bu suret daha bayağı bir şey ise bozuluş olarak isimlendirilir.
Ey kardeşim! Bilmelisin ki senin nefsinin kendisiyle tahassüs ettiği bedenin, bozuluşu kabul eden oluşumlardan birisidir. Onun senin nefsine olan nispeti, içinde oturulan ev ve giyilen elbise gibidir. Asla bütün ilgini ve dikkatini bu evi süslemeye ve bu elbiseyi kokularla [süslemeye] verme. Zira kesinlikle bilmelisin ki bütün meskenler harap olacak ve bütün elbiseler yok olacaktır. O halde bazı vakitlerini nefsin hakkında düşünmeye ve onun cevherinin, başlangıcının ve ahiretteki durumunun bilgisini istemeye ver. Hiç kuşkusuz o ebedi bir varlığa sahip kalıcı bir cevherdir. Fakat ona peşi sıra durumlar intikal etmiştir. Zira şöyle denilmiştir:
“Nefs üzerine çalış ve onun faziletlerini kemale erdir,
Zira sen bedenle değil nefisle insansın.”
Ey kardeşim! Bilmelisin cennet ruhlar âlemidir ve tamamı ruhani suretlerdir. Cismani madde değildir. Aksine salt sükûnet, lezzet, sevinç ve ebedi mutluluk hayatıdır. Ona hiçbir oluş ve bozuluş, değişim ve yok olma ilişmez. Çünkü o, eğer bilirlerse, canlılar diyarıdır. Burası canlılar diyarı olunca bu yerin sakinlerinin durumlarının nasıl olduğunu düşünme ey kardeşim! Zira burası ancak özetle anlatılabilir edilebilir. Allah’u Teâla’nın kitabında peygamberi Muhammed’in –Allah’ın selamı üzerine olsun– lisanı üzerinden ifade ettiği gibi, “Canlarının istediği ve gözlerinin hoşlandığı her şey oradadır. Siz orada ebedî olarak kalacaksınız.” (43\Zuhruf 89)
Ey kardeşim! Bilmelisin ki cehennem ateşi; sürekli oluş ve bozuluşa uğrayan, değişen, dönüşen ve yok olan ay feleği altındaki cisimler âlemidir. Ve oranın sakinleri de “derileri yanıp döküldükçe, azabı tatmaları için onların derilerini yenileyeceğiz”(4\Nisa 56) [ayetinin işaret ettiği durumdadırlar].
2.4. Meteorolojiye Dair
Ey kardeşim! Allah seni ve bizi katından bir ruhla desteklesin! Bil ki tabiat Küllî Nefs’in kuvvetlerinden bir kuvvettir. Bu kuvvetten ayın dış çevresinin altındaki bütün cisimlere saçılmış ve bu kuvvet cisimlerin bütün parçalarını sükûna kavuşturmuştur. Dinî terminolojide (şerî dil) buna “âlemi korumak ve evreni düzenlemek üzere vekil tayin edilmiş melekler” adı verilir. Felsefî dilde ise “doğal (tabiî) kuvvetler” adı verilir. Bu kuvvetler övgüye layık olan Bârî’nin izni ile bu cisimlerde faal hale gelir. Tabiatın fiilini inkâr edenler bu isimlendirmenin anlamını inkâr etmiş olurlar. Onlar iki grubun icması ile bu kuvvetlerin cisme yönelik olduğunu ve cismin –cisim olduğu için– asla fiilinin olmadığını zannettiler. Bu konuda sıhhatli deliller ve sapasağlam kanıtlar getirdiler.
Ey kardeşim! Bil ki bu kuşağın kirişi ile bahsi geçmiş olan ışık halkasının çevresinin arası eşit orandır. Bu kuşağın meydana gelmesinin sebebi Güneş’in, havada duran bu nemli buharın parçalarının üzerine doğması ve ışıklarının oradan Güneş’ten tarafa doğru yansımasıdır. Onun görülen boyaları ise dört keyfiyet için söz konusu olan dört uyumdur ki bu keyfiyetler sıcaklık, soğukluk, nem ve kuruluktur. Yine bu boyalar dört asıl olan ateş, hava, su ve toprağın niteliği ile yaz, sonbahar, kış ve ilkbahardan oluşan dört mevsimi ayırmak için söz konusudur. Yine safra, kara safra (sevdâ), kan ve balgamdan oluşan dört karışımın benzerliği için; bitkinin ve ağacın çiçeğinin renklerinin benzerliği için söz konusudur. Çünkü bu kuşak meydana geldiğinde ve onun renkleri ortaya çıktığında havanın nemliliğine, otun ve otlağın çokluğuna, ağacın meyvesinin ve ekinin başağının yetiştiğine delalet eder. Onun ortaya çıkması ve görülmesi, dönemin arazilerinin ve verimliliğinin bir işareti olarak tabiatın hayvanlar ve insanlar için sunduğu bir müjde gibi olur.
2.5. Madenlerin Oluşumunun Açıklamasına Dair
Ey kardeşim! Bil ki bu cevherlerin pek çok özellikleri ve farklı nitelikleri vardır. İticilik ve zıtlık bunlardandır. Uyumluluk ve benzerlik bunlardandır. Bu özelliklerin birbirlerine etkileri söz konusudur. Bu, ya çekme ve tutma yahut itme ve kaçma veyahut da buğz ve düşmanlık şeklindedir. Yine onların, bitkiler ve hayvanlarda olduğu gibi gizli bilgileri ve ince düşünceleri vardır. Bu da ya şevk ve muhabbetle ya da kin ve düşmanlıkla olur. Bunun iç yüzünü Yüce Allah’tan başka kimse bilemez. Söylediğimiz şeyin doğruluğunun ve açıkladığımız şeyin hakikatinin delili, taşlar kitabında (kitâbu’lahcâr) hikmet sahiplerinin sözleri ve taşları tanımlamalarıdır.
Bil ki madeni cevherlerin gerçekten ilginç özellikleri vardır. Akıl sahibi bir kimse, şanı yüce olan Allah’ın sanatının inceliği ve bu konudaki hikmetinin sağlamlığı hakkında düşündüğü zaman şaşırarak hayretler içerisinde kalır. Rabbini bilmesi (ma’rifet) ve kesin inancı artar.
Altın ezildiğinde ve göz ilacına katıldığında fayda verir. Onunla bir yer dağlandığında yanmaz. Siyah safrayı, mide kurdunu, saç dökülmesini ve kalp hastalıklarını hızla iyileştirir ve fayda verir.
Yakutun faydası, kim yakuttan yapılmış herhangi bir şey takar ve halkına veba ve taun bulaşmış bir beldede bulunursa Yüce Allah’ın izniyle bu hastalıklardan korunur ve insanlar nezdinde değerli olur. İhtiyaçlarını gidermesi ve geçimini sağlaması kolaylaşır.
Zebercede çok bakan kişinin göz yorgunluğu yok olur. Bundan kolye ve yüzük takan kişi sara hastalığından uzak olur.
Şayet kişiye yüz felci ağrısı isabet eder ve ışık görmediği bir eve girerek talikundan yapılmış bir aynaya bakarsa Yüce Allah’ın izniyle yüz felcinden kurtulur. Şayet talikun ısıtılır ve suya batırılırsa bu suya sinek yaklaşmaz. Şayet ondan kalem yapılsa ve bu kalemle saç bedenden yolunsa, yolunan yer yağlansa, bundan sonra orada saç bitmez. Şayet talikundan yapılmış bir kaptan içki içilse sarhoş etmez.
Bil ki kelamcılardan (mücâdile) bir grup, tabiatın bizzat ne olduğunu bilemeyince tabiatın fiillerini inkâr ettiler. Tabiatın, Yüce Allah’ın âleminin yönetimi ve mahlûkatının ıslahıyla görevli meleklerinden bir melek olduğunu bilemediler ve tabiatın güzel olsun çirkin olsun, iyi olsun kötü olsun, bütün fiillerini övgüye layık olan Bârî’ye yönelttiler. Onların içerisinde iyi olan şeyleri Bârî’ye, kötü olan şeyleri de başkasına yönelten kimseler vardır. Sonra bu “başkası”nın kim olduğunda ihtilaf ettiler. Onlardan bazıları bu fiilleri tabiata doğum (tevellüd) şeklinde nispet etti. Onlardan bazıları yıldızlara nispet etti. Bazıları şansa ve tesadüfe nispet etti. Onlardan bazıları doğanın akıp giden yasalarına (cereyânu’l-âdet) nispet etti. Bazıları ne olduğunu bilmedikleri şeytanlara nispet etti. Bütün bu iddia sahipleri bunları, tabiatın ne olduğunu bilmedikleri, onun fiillerini ve Allah’ın âlemini korumak, feleklerini döndürmek, gezegenlerini hareket ettirmek, canlılarının doğumu, arzının bitkilerinin terbiyesi ve madenlerinin oluşturulmasıyla görevli Allah’ın meleklerinin fiillerini az bildikleri için iddia ettiler.
2.6. Tabiatın Mahiyetine Dair
Ey Kardeş! Bil ki tabiat; küllî-felekî nefsin gücüdür ki, bu güç esir küresinden yeryüzünün merkezine kadar, ay feleğinin altında bulunan bütün cisimlere nüfûz etmiştir. Bil ki, ay feleğinin altındaki cisimler “basit” ve “bileşik (mürekkep) olmak üzere iki çeşittir. Basit olanlar; toprak, su, hava ve ateş olmak üzere dört çeşit; bileşik olanlar ise; madenler, bitkiler ve hayvanlar olmak üzere üç çeşittir.
Düşün bir kere! Tek başına yaşayamazsın. Bu, çileli ve sıkıntılı bir hayat olur. Kolay ve çilesiz bir hayata şehir halkının yardımlaşmasıyla ve dinin gereklerini yerine getirerek ulaşabilirsin. Keza birbiriyle yardımlaşan “Sadık Kardeşler”e ihtiyacın olduğunu bilmen için düşünmen gerekir. Zira onların şefaatleriyle cehennemden kurtulup, yardımlarıyla gökyüzünün melekûtuna yükselerek, hesaba çekilmeden cennete girersin. Ey kardeş! Şunu kesin olarak bil ki, eğer bir insanın tek başına kurtulması mümkün olsaydı, yüce Allah; “İyilik ve (Allah’ın yasaklarından) sakınma üzerinde yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın”(5\2); “Sabredin; (düşman karşısında) sebat gösterin”(3\200); “Her ümmetten bir şahit göndereceğimiz gün...”(16\84) ve “Rablerine karşı gelmekten sakınanlar ise, bölük bölük cennete sevkedilir” (39\73) buyururken yardımlaşmayı emretmezdi. Ey kardeş! Aklının nuruyla bir düşün. Kafanı kullan.
Ey kardeş! Bil ki, Beytullah’ı bilgi ve basiretten yoksun olarak, gafil bir kalp ve lehviyata dalmış bir nefisle hacceden, haccın rükünlerini ve sünnetlerini görüp, onların anlamlarını düşünmeyen, onlardan amacın ne olduğuna kafa yormayan ve onlarla amaçlanan gayelerden hiçbirini bilmeyen kimse, oradan gafil bir kalp, şüpheci bir nefis ve karışık bir zihin ile döner. Çünkü onları gördüğünde, anlamlarını bilmez ve onlardan maksadın ne olduğunun farkında olmazsa, o zaman taş atmanın, Safâ ile Merve arasında sa’y yapmanın, ihrama girmenin, telbiye, tavaf, umre vb. sünnet ve farz olan şeylerin çocuk oyuncağı gibi bir şey olduğunu zanneder.
Peygamberlerin ve dinî kanun yapıcı bütün hakîm ve filozofların da amacı budur. Onlar da “gönül doktorları”dır. Amaçları; madde denizine dalmış insanları kurtarmak, onları oluş ve bozuluş âleminin cehenneminden çıkarıp, aziz ve celil olan Allah’ın şu ayetlerde buyurduğu gibi, ona başlangıç ve sonuna ilişkin unuttuğu şeyleri hatırlatmak suretiyle cennete; felekler âlemine ve göklerin genişliğine ulaştırmaktır: “Andolsun biz Kur’anı, öğüt almak için kolaylaştırdık” (54\40). “Sen yine de öğüt ver (hatırlat). Çünkü öğüt müminlere fayda verir” (51\55) “Belki düşünüp öğüt alırsınız” (24\1). Yani geri dönersiniz. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Ey huzura kavuşmuş insan! Sen O’ndan hoşnut, O da senden hoşnut olarak Rabbine dön” (89\27-28).
insan bedeninde de yedi etkin güç vardır ki, bedenin varlığının devamı ve sağlıklı hali, onlara bağlıdır. Bu güçler: Çekim gücü (el-kuvvetü’l- câzibe), tutucu güç (el-kuvvetü’l-mâsike), sindirim gücü (el-kuvvetü’l-hâdıme), savunma gücü (el-kuvvetü’d-dâfia), beslenme gücü (el-kuvvetü’l-gâziye), büyüme gücü (el-kuvvetü’n-nâmiye) ve tasavvur gücü (el-kuvvetü’l-musavvira).
İnsanlığın atası Âdem’e secde eden melekler ise, feleklerde bulunanların yeryüzündeki halifeleridir. Onlar, Âdem’e ve onun nesline secde eden (ve) kıyamete kadar onlara itaat ile yükümlü diğer canlıların nefisleridir.
2.7. Bitkilerin Cinslerine Dair
bitkiler mertebesinin son basamağı ile hayvanlar mertebesinin ilk basamağı ve hayvanlar mertebesinin son basamağı ile insanlık mertebesinin ilk basamağı birbirine bağlıdır. Aynı şekilde insanlık mertebesinin son basamağı da göklerde meskun olup feleklerde ikamet eden, kendi mülkünün imarı için Allah Teâlâ tarafından halk edilen ve O’na kayıtsız şartsız itaat eden, “Allah’ın kendilerine verdiği emirlere karşı gelmeyen ve kendilerine emredilen şeyi yapan” (66\6), ” “hangimiz daha yakın olacağız” diye Rablerine vesile arayan, O’nun rahmetini uman, azabından korkan,(17\57)” ve O’nun korkusuyla titreyen” (21\28) melekler mertebesinin ilk basamağıyla irtibatlıdır.
Hayvanlar mertebesinin kendisinin hemen üstünde bulunan insanlık mertebesiyle irtibatı bir değil, birkaç yöndendir. Şöyle ki bir üstünlük ve erdem kaynağı olması hasebiyle insanlık mertebesi hayvanlar mertebesinin sadece bir türünü değil, birkaç türünü kuşatır. Maymun gibi bazı hayvanlar bedenlerinin formu açısından, pek çok huylarında benzerlik arz eden at gibi bir kısım hayvanlar nefsani huyları açısından, yine örneğin fil zekası itibariyle, papağan, bülbül ve benzeri pek çok kuş ses, makam ve şarkıları itibariyle insana benzemektedir. Aynı şekilde ince zekası olan ve bu kabilden eylemlerde bulunan arı ile insan arasında bir benzerlik söz konusudur.
Bil ki ey kardeşim, hayvanlar mertebesinden hemen sonra gelen insanlık mertebesinin ilk basamağında bulunanlar duyulurlar dışında hiçbir varlık tanımayan, cismani ilimler dışında hiçbir ilimden haberdar olmayan, ancak bedenlerini tatmin etmek isteyen, ancak dünya menfaatleri peşinde koşan ve imkânsız olduğunu bildikleri halde sonsuza kadar dünyada kalmayı dileyen kimselerdir. Bu kimseler hayvanlar gibi yeme içme dışında başka bir lezzetin arzusunda olmaz, merkep ve domuzlar gibi nikâh ve cinsel ilişkide bulunma dışında bir şey üzerine yarışmaz, karıncalar gibi ancak dünya nimetlerini toplama peşinde koşar ihtiyaçlarından fazlasını biriktirmekle uğraşır, saksağan gibi kendilerine fayda vermeyen şeyleri sever, tavus kuşu gibi elbiselerinin renginden başka bir süsle ilgilenmez, köpeklerin leşlere saldırdıkları gibi dünyalıklara doğru üşüşürler.
2.8. Hayvanların ve Hayvan Türlerinin Yaratılış Şekline Dair
bil ki bitkinin oluş ve varlığı zaman itibariyle hayvandan öncedir. Sonra bil ki eksik yaratılışlı hayvanların varlığı yaratılışın başlangıcında zaman itibariyle tam yaratılışlı hayvanlarınkinden öncedir. Çünkü onlar kısa zamanda oluşurlar. Tam yaratılışlı olanlar ise uzun açıklama gerektiren sebeplerden dolayı uzun zamanda oluşurlar. (..)su hayvanının zaman itibariyle kara hayvanından önce var olduğunu söylüyoruz. Çünkü yaratılışın başlangıcında su topraktan, deniz karadan öncedir.
Sonra ey kardeşim, bil ki tüm hayvanların varlığı zaman itibariyle insanınkinden öncedir. Çünkü onlar onun için ve ondan dolayı vardırlar. Başka bir şey sebebiyle var olan her mevcudun varlığı, sebebi olduğu şeyinkinden öncedir.
Ey kardeşim –Allah seni ve bizi katından bir ruhla desteklesin– bil ki, işlerin daima cereyan ettiğinin gözlemlenmesi âdet/alışkanlık olunca insanların onlar karşısındaki hayreti, onlar hakkında düşünmesi ve onları dikkate alması azalır ve bu konuda kendilerine bir dalgınlık, gaflet, nefis uykusu ve cehalet ölümü ilişir. Ey kardeşim, bundan sakın, gafillerden olma ve Allah’ın kitabında andığı ve şu sözüyle övdüğü kimselerden ol: “Onlar ayaktayken, otururken ve yanları üzerindeyken Allah’ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler. Rabbimiz bunu boş yere yaratmadın, seni eksikliklerden uzak tutarız, bizi ateş azabından koru, derler”(3\191). Onların zıddı olanları ise şu sözüyle yerdi: “Göklerde ve yerde nice deliller vardır ki yanlarına uğrarlar da yüzlerini çevirerek geçerler” (12\105)
Ey kral, bil ki bu insan, yiyeceklerinin güzelliği ve içeceklerinin lezzetliliği ile övünüyor. Bütün bunların kendileri için bir ceza, mutsuzluk sebebi ve acıklı azap olduğunu bilmiyor. Çünkü bunların haramında azap, helalinde sorgu vardır. Onlar bunu topluyorlar, bedenlerini yorarak, nefislerini bitkin düşürerek ve ruhlarını sıkıntıya sokarak meydana getiriyorlar.
Allah’ın Elçisi (a.s.) dedi ki: “Zorbalığın ortadan kaldırmadığı hiçbir nübüvvet (peygamberlik) yoktur.” Hilafet diye adlandırıyorlar, zorbalar gibi davranıyorlar ve kendileri her yasağı işledikleri halde çirkin işlerden alıkoyuyorlar. Allah’ın dostlarını ve peygamberlerin (a.s.) çocuklarını öldürüyorlar, onlara sövüyorlar, haklarını gasp ediyorlar, içki içiyorlar ve günahlara dalıyorlar. Allah’ın kullarını hizmetçi, dönemlerini devlet, mallarını ganimet edindiler. Allah’ın nimetini küfür ile değiştirdiler, insanlara övünmek için sert davrandılar, dönüş konusunu unuttular, dini ve ahireti dünya karşılığında sattılar. Elleriyle kazandıklarından dolayı onlara yazıklar olsun! Elde ettiklerinden dolayı yazıklar olsun onlara!
aynı din mensuplarının Samirî, Gayyanî, Calutî, Nasturî, Yakubî, Melkanî, Şinevî, Manevî, Hürremî, Mazdekî, Deysanî, Behramî, Şemsî, Haricî, Rafizî, Nasıbî, Kaderî, Cühenî, Mutezilî, Sünnî, Cebrî vs. şeklinde değişik mezhep ve görüş sahibi olduklarını görürsün. Bu mezhep mensupları birbirlerini küfürle itham ederler, lanetlerler ve öldürürler. Biz bunların hepsinden beriyiz. Mezhebimiz bir, inancımız birdir. Hepimiz muvahhit, birleyen, mümin ve Müslüman kimseleriz; müşrik, münafık, fasık, şüphe duyan, kuşku besleyen, hayret eden, sapan ve saptıran kimseler değiliz.
Din ve krallık birbirinden ayrılmayan ikiz kardeştir. Hiçbiri kardeşi olmadan varlığını sürdüremez. Ancak din birinci kardeş, krallık onu takip eden sonuncu kardeştir. Krallık, insanların insanların itaatini sağlamak için dine, din de insanlara kendi sünnetinin gönüllü veya zorunlu uygulanmasını emretmek için krallığa muhtaçtır. Bundan dolayı diyanet sahipleri krallık ve başkanlığı ele geçirmek için birbirlerini öldürürler. Her biri bütün insanların kendi dininin gelenek/sünnet ve hükümlerine uymasını ister. Ben hakikatlerin anlaşılması için krallığı ve Allah’ın fıkhını haber veriyorum ve şüphesiz kesin doğru olan şeyden bahsediyorum.
Farisî nisbeli, Arabî dinli, Hanefî mezhepli, Irakî edepli, İbranî asıllı, Mesihî yöntemli, Şamî ibadetli, Yunanî ilimli, Hindî basiretli, sufi tavırlı, melekî ahlâklı, rabbanî görüşlü, ilahî ve ezelî bilgili haberdar, fazıl, zeki ve basiretli âlim…
Sonra ey kardeş, bil ki biz bu risalede istenen amacı açıkladık. Bizim hakkımızda kötü zanda bulunma. Bu risaleyi çocuk oyuncağı ve kardeş saçmalığı sanma. Çünkü bizi bulunduğumuz durumdan çıkarmaması için hakikatlere lafızlar, ibareler ve işaretler giydirme âdetimiz yürürlüktedir. Allah, velilerine, iyi kullarına ve itaatkârlarına yaptığı gibi, sizi onları okumaya, dinlemeye ve manalarını anlamaya muvaffak kılsın; kalplerinizi açsın, göğüslerinizi genişletsin, gözlerinizi sırların bilgisiyle aydınlatsın, size onlarla amel etmeyi kolaylaştırsın. Allah dilediğine güç yetirir.
2.9. Bedenin Oluşumuna Dair
Bulunduğu yer beynin ön lobu olan tahayyül eden (mütehayyile) güç, bulunduğu yer beynin orta lobu olan tefekkür eden (mütefekkire) güç ve bulunduğu yer beynin arka lobu olan koruyucu (hâfız) güçtür.
Kulların sabaha erdiği her gün mutlaka bir melek şöyle seslenir: ‘Ölmek için doğun, harab olması için yapı yapın!”
2.10. Nefsin Eğitilmesinde ve Ahlakın Düzeltilmesinde “Duyu (hâs) ve Duyum (mahsûs)”a Dair
İnsan bilgileri üç yoldan alır: Bunlardan biri, beş duyu olup bunlar bilgi yollarının ilkidir. İnsan bilgilerinin çoğunun kaynağı bu duyulardır. O, bebekliğinin ilk aşamasından itibaren bu yollarla bilgi alır, bu duyular bütün insanların ve canlıların ortak özelliğidir. İkinci yol, akıldır. Akılla insan, diğer canlılardan ayrılır. Onun akıl yoluyla bilgi elde etmesi bebeklikten sonra ergenlik anında olur. Üçüncü yol, her insanın değil de sadece bazı âlimlerin sahip olduğu bûrhan yoludur. Onların bu yolla bilgi sahibi olması, geometrik mantıkî işlemler (riyâziyyât) üzerinde iyice düşünüp taşındıktan sonra olur.
Görmüyor musun ki, dokunma gücünün algı sahasına giren şeyleri algılaması, beden mizacının sıcaklık, soğukluk, sertlik, katılık yumuşaklık ve gevşeklik gibi durumlarında değişik olmasına ve algılanan şeyin durumlarının değişmesine göre değişiklik arzeder. Zira algılayıcı güç zat ve cevherinde farklılık arzeder.
Bilmiş ol ki, her bir sesin diğerinden farklı olarak nağmesi, kalıbı ve ruhani bir yapısı vardır. Cevherinin üstünlüğünden ve unsurunun inceliğinden dolayı hava, seslerin tamamını taşır ve birbirine karışıp yapıları bozulmasın diye, onları hayal gücüne götürene kadar, işitme gücü yanında onları en son haddine ulaştırana kadar korur. “Bu, size işitme görme ve düşünme duyuları veren Aziz ve Alîm olan Allah’ın bir takdiridir. Ne kadar da az şükrediyorsunuz.” (32\9)
Işık şeffaf cisimlere sirayet ettiği zaman kendisiyle birlikte mevcut cisimlerin rengini taşır, oradaki canlının göz bebeklerine bitişir ve diğer şeffaf cisimlerde hareket ettiği gibi bu göz bebeklerinde de hareket eder. Hava nasıl ışığın kalıbını alırsa bu kornea da bu renklerin kalıbını alır. Bu esnada görme gücü bu değişikliği algılar ve diğer algılayıcı güçlerin algı alanlarına giren şeylerin haberlerini ilettikleri gibi, o da bunun haberini hayal gücüne (el-Kuvvetü’l-mütehayyile) iletir.
Algılayıcı güçlerin ilettiği algılanmış şeylerin algı sonuçları hayal gücünün yanında toplandığı zaman o bunları, onlar hakkında düşünmesi ve anlamlarına bakması için beynin ortasında bulunan düşünme gücüne verir. O da bunlar üzerinde düşünüp mahiyetlerini, zarar ve faydalarını öğrendikten sonra bunları hatırlaması gereken zamana kadar muhafaza etmesi için hafıza gücüne iletir.
Lezzet, mizacın normalin dışına çıktıktan sonra normale dönmesidir. Bundan dolayı canlı lezzeti ancak önceden çektiği ıstıraptan sonra hisseder. Basiret gözü açıldığı zaman nefsin akla basiret gözüyle bakması kolaydır. Basiret gözü nefis için ancak, gaflet ve cehalet uykusundan uyandığı, algılanan şeylere baş gözüyle baktığı, onların anlamları hakkında düşündüğü ve onların gerçek mahiyetini tam olarak bildiği zaman açılmış olur. (..)Bütün ilimler potansiyel olarak nefsin içindedir. Sen nefsin zatı hakkında düşünüp onu bildiğin zaman bütün ilimler bilfiil nefsin zatında olur.
2.11. Spermin Düştüğü Yere Dair
Ey kardeşim! Hele şu işe bir bak ve anlattıklarımızı [bebeğin oluşum aşamaları]bir düşün. Belki gaflet uykusundan ve cehalet sarhoşluğundan kendine gelirsin de nasıl ki gözlerinle yarattıklarını görüyorsan aynı şekilde kalp gözünle her şeyi yerli yerince yapan (hakîm) Yaratan’ı görürsün. Böylece artık bilmeyenlerin yoluna uymazsın.
Allah’ın insan için belirlediği doğal yaşam süresi, yüz yirmi yıldır.
Ey kardeşim! Rahimde bir müddet kalmanın ve yine dünyada bir müddet kalmanın amacının ne olduğu sana açıklandığına göre, hemen şimdi kalk, kolları sıva ve azığını hazırla. Bil ki, en hayırlı azık takvadır. Ömür bitmeden ve ecel yaklaşmadan önce bu fani dünyadan ebedi kalınacak yurda yolculuk için vasıtana sıkıca sarıl. Zira uyaran kişi, artık özür kabul etmez.
İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar. Ey kardeş! Vatandan ayrılmadan ve ateşe girmeden önce ve bir çağırıcının, ‘Falan kişi mutsuz, falan kişi mutlu oldu’ diye çağırmasından önce gaflet uykusuna ve cehalet sarhoşluğuna karşı dikkatli ol! Allah seni ve bizi doğruya ulaştırsın. O kullara karşı çok şefkatlidir.
2.12. Filozfların “İnsan Küçük Bir Alemdir” Görüşüne Dair
Bir başka yönden, ayın ışığının Güneş’in ışığına göre durumu ne ise akla göre nefsin durumu da odur. Güneşin ışığının Güneş’e göre durumu ne ise, Allah’a göre aklın durumu da odur. Aynı şekilde ay Güneş’in ışığıyla dolduğunda kendi ışığını Güneş’in ışığıyla uyumlu hale getirir. Nefis de aklın feyzini kabul ettiği (aldığı) zaman faziletleri tamamlanmış olur ve onun eylemleri aklın eylemleriyle bağdaşır.
insan nefsi için büyük alemin özeti durumunda olan küçük bir alem yaratmayı hikmetin bir gereği olarak gördü. Büyük alemde olan her şeyin küçük alemde bir tasvirini (suretini) yaptı. Bunları insan nefsinin önünde canlandırdı ve onları da o nefse gösterdi. Yüce yaratıcı temsili bir anlatımla (bir başkasını araya sokarak), insanları kendi nefsine karşı şahit tutarak şöyle dedi: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim”? Onlar da hep birlikte: “Evet Rabbimizsin” dediler. Sonuçta bunlardan kim şâhit, âlim ve kendi gerçek mahiyetini bilen durumunda olduysa kendine karşı gerçek şahit oldu. Câhil olanın şahitliği ise reddedildi. Zira Yüce Allah şöyle dedi: Onlardan bilerek gerçek anlamda şahitlik edenler hariç. Ancak bilgi sahibi olanların şahitliğinin kabul edildiğine dikkat etmez misin? Bilmiş ol ki, bütün ilimlerinin kapılarının açılması, insanın nefsini bilmesine bağlıdır. İnsanın nefsini bilmesi ise üç yönden olmaktadır: Bunlardan biri, insanın cesedinin durumlarını, bünyesinin oluşum ve bileşimini ve nefisten bağımsız olarak cesede bağlı nitelikleri dikkatli bir şekilde değerlendirmesiyle olur. Diğeri, nefsinin durumlarını ve bedenden bağımsız olarak nitelendiği sıfatları değerlendirmesiyle gerçekleşir. Bir diğeri ise, beden ve nefsin durumlarını ve her ikisiyle alakalı nitelikleri karşılaştırmalı olarak değerlendirmesiyle olur.
midenin cirminden cesedin ve karışımların maddesi olan gıdayı isteyen aşırı istek duyan (şehevanî) bir güç salgılanır. Cesedin hayatı, yaşamın lezzeti, beşeri ve tabii cisimlerdeki bedenin ayakta durması bu güç sayesinde olur.
2.13. Tabiî-Beşerî Cisimlerde Tikel/Cüz’î Nefislerin Nasıl Meydana Geldiğine Dair
Nefislere ilişen hastalıklar ise, birikimsel cehaletler, kötü huylar, bozuk görüşler ve kötü işler/ameller olmak üzere dört kısma ayrılır. Sonra, beşerî-cüz’î nefislerin bu hastalıklarından her biri, [nefsin] kalpler üzerinde tutuşan ateş şeklindeki cismânî arzulara çokça eğilim göstermesi ve tâbiî elemlerden, maddî ezalardan [geçici bir] kurtuluş olan cismânî lezzetlerle aldanması sebebiyle endişeye sevk edici kederlerin ve yakıcı üzüntülerin çeşitleri bakımından farklılaşır.
Sonra bilmelisin ki, nasıl ki, bedene ilişkin hastalıkların tıbbi olarak tedavisi ve bunları tedavi eden ilaçlar varsa aynı şekilde nefse ilişkin hastalıkların ilaçları ve bu ilaçlarla tıbbî tedavisi de vardır. Yine nasıl ki, bilgelerin, [bedene ilişkin] hastalıkların ilaçlarını özellikleriyle anlattıkları kitapları varsa aynı şekilde peygamberlerin ve bilgelerin getirdiği, nefse ilişkin hastalıkların tedavilerinin açıklandığı kitaplar ve ilmî kanunlar da vardır.
Sonra bilmelisin ki, bir grup akıl sahibi/âkil insan gerçekten peygamberin getirdiği kanunlardan yüz çevirip felsefî görüşlere saptılar. Bu durum onların, peygamberlerin açık işaretler ve gizli anlamlarla gösterdikleri bu gerçeklerin anlamlarını (suret) kavrama yetersizliklerinden kaynaklanmaktadır. Böylece onlar, meleklerin vahiy, ilham, teyit ve gizli anlamlar olarak peygamberlere getirdiği bu şeylerin gerçekliklerini anlayamadılar.
Hz.İsâ (a.s.) havarilerine şöyle demiştir: “Yarın Firdevs Cenneti´ne girmek isteyen kimseye bugün dünyada arpa ekmeği yemek ve saf su içmek dahi çoktur.”
2.14. İnsanın Bilimlere İlişkin Güç Yetirebilirliği
Allah, Âdem’e isimleri öğreterek onu meleklerin tamamına değil, bir kısmına üstün kıldı.
Sonra bil ki, varlıklar hakkındaki bilgi, duyularla idrâk edilen şeylere ilişkin bilgilerde ve aklı önceleyen [a priori] bilgilerde olduğu gibi bir kısmı doğuştan gelen tâbiî bilgilerdir. Bir kısmı ise, matematik, eğitim ve vahyin (nâmûs) getirdiği bilgilerde olduğu gibi öğrenimle elde edilen ve sonradan kazanılan bilgilerdir.
2.15. Ölümün ve Hayatın Hikmetine Dair
Ey kardeş, işte bu şekilde nefsin bedenle olan durumunun, ceninin rahimdeki durumu gibi olduğunu; onun ölümden sonraki halinin de çocuğun doğumdan sonraki durumuna benzediğini bilmek için düşünmen/ibret alman gerekir. Çünkü bedenin ölümü, nefsin doğumudur. Aynı şekilde çocuğun doğumu, onun rahimden çıkmasından başka bir şey değildir. Benzer biçimde nefsin doğumu da onun bedenden ayrılmasından başka bir şey değildir.
İnsanların çoğu nefislerinin cevherini bilmemelerinden ve ebedi hayatlarından gafil olmalarından dolayı, sadece bu sonlu, alçak, bedensel dünya hayatını bilirler: “Dünya hayatı aldatıcı metadan başka bir şey değildir.” (3\168) “Dünya hayatı ancak oyun, eğlence, süs, aranızda böbürlenme, mal ve evlatla üstünlük taslamadır.” (57\20) Onlar, dünyada bâkî kalmayı isterler ve orada ebedileşmeyi temenni ederler. Yüce Allah’ın buyurduğu gibi, “Onlar ahiretten gafil kalarak dünya hayatının sadece dışını biliyorlar.” (30\7)
Öyleyse ölüm bir hikmettir. Çünkü Rahman ve Rahim olan Rabbine dönüş ancak ölümden sonradır. Allah’ın ve Resûl’ünün vaat ettiğine nefsin ulaşması ancak bedenden ayrılmasından sonradır: “Ey mutmain olmuş nefis! Rabbin senden sen de Rabbinden razı olmuş bir şekilde Rabbine dön.” Dolayısıyla ölüm Yüce Allah’tan kullarına bir hikmet ve hediyedir. Dahası ruhanî hayatın bitmemesinin/ bekasının sebebi ve bedenin yok oluşunun nedeni ölümdür.
Şayet ölüm olmasaydı, nefsin sema melekûtuna yükselmesi, meleklerin zümresine girmesi ve cennete ulaşması mümkün olmaz ve böylece nefis Yüce Allah’a ve ahiret diyarının nimetlerine kavuşmaktan mahrum kalırdı; tıpkı ceninin plasentada kalıp oradan çıkamaması halinde bu âlemi gerçek manada müşahede etmekten mahrum kalması gibi. Öyleyse ölüm bir hikmet, rahmet ve nimettir. Çünkü biz, Rabbimize ancak bu cisimden çıktıktan ve bedenlerimizden ayrıldıktan sonra ulaşabiliriz. “Her nefis ölümü tadacaktır. Sonunda bize döndürüleceksiniz.” (29\57)
Bunların hepsi ölümden sonra Yüce Allah’tan dostları için bir hikmet, rahmet ve nimettir. Bundan dolayı Allah’ın dostları ölümü isterler. Nitekim Yüce Allah, hak etmedikleri halde kendisini onlardan sananları şöyle azarlamıştır: “De ki; Ey Yahudiler! Bütün insanlar değil de sadece kendinizin Allah’ın dostları olduğunuzu iddia ediyorsanız, bunda da samimi iseniz haydi ölümü isteyin (bakalım)!” (62\6) Bu âyetler, Yüce Allah’ın dostlarının bir alametine işaret etmektedir ki, [bu da] onların ölümden sonra Rablerine kavuşacaklarını bildikleri için ölümü istemeleridir. Öyleyse ölüm bir hikmet ve nimettir.
2.16. Lezzetlerin Nitelikleri, Hayatın ve Ölümün Hikmeti ile Bunların Mahiyetlerine Dair
Cismânî lezzetler, canlı nefislerin elemlerin bitiminde hissettiği rahatlıktır. Herhangi bir sebeple canlı nefislerin ifrat ve tefrit (ziyade ve noksan) yönlerine meylederek itidalden sapmasıyla hissettiği elemler ise Allah’tan başka hiç kimsenin sayısını bilemeyeceği kadar çoktur.
Bil ki, Arapçada küfür, örtü demektir. O, beden cihetinden nefse ilişen bir şeydir. Şöyle ki; nefis bilgisizlik bakımından sürekli bir durumda olduğu zaman onun maddesi zâtını örter ve bu durumda nefsin cevherine ilişkin bilgisi ortadan kaybolur, nefis başlangıcını unutur ve yeniden dirilişindeki durumunu hatırlamaz. Böylece bilgisizliği öyle bir noktaya varır ki, nefis, bedenden ayrı bir varlığının olduğunu bilemez. Hatta ilimlere ilişkin basiretleri bağlanmış birçok kimsenin zannettikleri ve söyledikleri gibi, nefis, bir cisim olduğunu zanneder. Bu kişiler şöyle derler: Şüphesiz ki insan, en, boy ve derinliğe sahip olan, et ve kandan oluşan bu bedenden ibarettir. Bu kişiler, bedenle birlikte başka bir cevherin var olduğunu, bu cevherin bedenin hareket ettirici kuvvesi olduğunu, bu hareket ettiricinin ise nefis ve nefsin fiilleri olduğunu kavrayamazlar.
O halde her kim nefsin cevherini bilemezse rûhânî şeylere ilişkin hiçbir şey bilemez ve bunları tasavvur edemez. Bu kişiler maddenin derinliklerinde ve cehaletin karanlıklarında boğulduklarından, nefsin varlığına ilişkin bir şey işittiklerinde hemen bunu inkar ederler. Bunlar cehenneme ilişkin bir şey işittikleri zaman bunu ancak yapay/sûni bir şey olarak tasavvur ederler. Şöyle ki; bu kişiler cehennemi, kazılmış, büyük, geniş, tutuşan ve yanan ateşle dolu bir çukur zannederler ve Allah Teâlâ’nın da meleklere, bu çukuru kast ederek ve inanmayanlara öfkelenerek onları yakalamalarını ve bu çukura atmalarını emrettiğini zannederler. Sonra [onlara göre] inanmayanların bedenleri her yandığında ve böylece kömür ve küle dönüştüğünde, rutubet ve kan, ilk defa tutuştuğu gibi yeniden tutuşsun diye, onların bedenlerine her defasında iade edilir. İşte onlara göre sonsuza kadar [inanmayanların] durumu bu şekildedir. Bu kişiler [görüşlerine] Yüce Allah’ın şu ayetini delil getiriler: “Onların derileri yanıp döküldükçe, azabı tatmaları için onların derilerini yenileyeceğiz.” (4\56) Bunlar ne Allah Teâlâ’nın bu ayetinin anlamını idrâk edebildiler ne de Allah’ın kitabını te’vil edebildiler. Bunlar Allah Teâlâ’nın çokça bağışlayan (ğafûr), merhamet eden (rahîm), şefkatli (hannân), ihsan eden (mennân), esirgeyen (raûf) ve kullarını çok seven (vedûd) olduğunu ve Allah’ın güzel isimlerinden bunlara benzer isimlerini duydukları ve bu isimler hakkında düşündükleri zaman onların akılları, kinlerinden ve yaratılışlarındaki rahmetin azlığından dolayı inandıkları şeyleri inkâr eder.
Aynı şekilde bu kişiler cennete, cennetin nimetlerine, cennet ehlinin mutluluk ve lezzetlerine ilişkin bir şey duydukları zaman, bu şeyleri ancak cismânî şeyler olarak tasavvur ediyorlar. Yani bu şeyleri, içinde çeşit çeşit meyvelere sahip çeşit çeşit ağaçlar bulunan bostanlar, aralarında nehirlerin aktığı saraylar ve bu saraylardaki huriler, gılmanlar (erkek hizmetçiler), vildanlar (çocuklar) ve mürdanlar (yüzünde tüy bitmemiş gençler) olarak ve bu dünyadaki yapılara ve dünya ehlinin nimetlerine benzer bir şekilde tasavvur ediyorlar.
Sonra şüphe etmeden kesin olarak bil ki cehennem, Ay feleğinin altında yer alan oluş ve bozuluş âlemi; cennet, ruhlar âlemi ve gökler alanı; cehennemlikler, âlemdeki diğer mevcutlar değil de acı ve ağrılara maruz kalan hayvânî bedenlerle ilgili nefisler; cennetlikler ise felekler âleminde ve gökler alanında bulunan, huzur ve mutluluk içinde olan, acı ve ağrıdan uzak melekî nefislerdir. Bunun delili, Yüce Allah’ın şu sözüdür: “Üç kola ayrılmış gölgeye gidin!” (77\30) Bu, Ay feleği altında eni, boyu ve derinliği olan cisimlere bitişik nefislere işaret eder.
bil ki, lezzetler doğal şehevî, duyusal hayvânî, düşünsel insanî ve ruhsal melekî olmak üzere dört çeşittir. Doğal şehevî lezzetler, nefsin yiyecek ve içecek gibi besinleri alma esnasında hissettiği şeylerdir. Hayvânî lezzetler de aynı şekilde iki çeşittir: Birisi, nefsin uyum halinde hissettiği lezzettir ki cima buna örnektir. Diğeri, nefsin intikam anında hissettiği lezzet olup öfkeliyken kabaran şehvet buna örnektir. Fikrî lezzet, nefsin bilinenlerin manalarını tasavvur ettiği ve mevcutların hakikatlerini bildiği esnada aldığı hazdır. Ruhsal melekî lezzet ise nefsin bedenden ayrıldıktan sonra huzur ve mutluluk içinde idrâk ettiği rahatlık ve hazdır.
Kardeşim, sırlarını ve inançlarını öğrenmek için onlarla arkadaşlığa rağbet etmek, metotlarına uymak, yaşam tarzlarını takip etmek, ahlâklarıyla bezenmek, ilim ve siyasetleri üzerinde düşünmek; konuşma ve sözlerini dinlemek için meclislerine katılmak; içerdiği manaları anlamaya muvaffak olmak, nefsini gaflet ve cehalet uykusundan uyandırmak, basiret gözünü açmak, âlimler ve mesut kimseler gibi yaşamak ve göklerin melekûtuna yükselmek için bu risâlelerimizi okumak ister misin?
Kardeşim, O’nun bunları teşbih ve temsil yoluyla kolay tasavvur ettirmek için “cennetin durumu şöyledir” dediğini görmüyor musun? Çünkü onların tasviri hakikatleriyle sınırlıdır. O, her insan topluluğuna akıllarına ve bilgi ve kavrayıştaki mertebelerine göre hitap etmiştir. Çünkü peygamberlerin (a.s) daveti seçkinleri, avamı ve bunlar arasındaki insan sınıflarını kapsayacak şekildedir. Mesih (a.s.), cennetleri ve cennetliklerin nimetlerini tasvir ederken cismanî olmayan vasıflar kullanmıştır. Yaptığı bir tavsiyede Havarilere şöyle demiştir: “Eğer benim yaptıklarımı ve size söylediklerimi yaparsanız yarın göğün melekûtunda Babamızın yanında benimle birlikte olursunuz ve O’nun meleklerinin arşı etrafında O’nu hamd ile tesbih ve takdis ettiklerini görürsünüz. Siz orada yeme içme olmaksızın bütün lezzetleri tadarsınız.” Mesih (a.s.) sembol kullanmadan açıkladı. Çünkü onun muhatapları, Tevrat’ın, peygamberler (a.s.) ve filozofların kitaplarının eğittiği bir topluluktu. İşaret ve tembihlere ihtiyaçları yoktu, aksine onların suretlerini kabule hazır ve istidatlı idiler.
Peygamberlerin efendisi ve elçilerin sonuncusu (s.a.v.) ise çöl halkından ilimlerle eğitilmemiş, yeniden diriliş ve haşrı ikrar etmemiş, felekler ve ahiretin melekûtu olan göktekilere ve cennetliklere ait nimetlerin bilgisi bir yana, dünya melekûtunun nimetlerini dahi bilmeyen ümmî bir kavme gönderilmişti. O, kitabında cennetleri kavmin kavrayışına yaklaştırmak, tasavvurlarını kolaylaştırmak ve nefislerini bunlara teşvik etmek için daha çok cisimsel olarak tasvir etti. Biz ilahî kitapların sırlarını araştırmakla meşgul olduk, risâlelerimizin çoğunda nebevî vahiylerin sırlarının anlamını açıkladık, rumuzlar, işaretler ve şer’î kuralların birçoğunu ortaya çıkardık. Çünkü bizim muhataplarımız; âlim, fazıl, İhvân-ı Safâ ile içli dışlı, ilimde derinleşmiş, ilahî kitapların sırlarına ve peygamberlerin (a.s.) işaretlerine yakın felsefî riyazetlerle yetişmiş bir topluluktur.
2.17. Dillerin, Yazı Şekillerinin ve İbarelerin Farklı Olmasının Sebeplerine Dair
Denildiğine göre Pisagor, cevherinin saflığını ve kalbinin zekâsını feleklerin hareketlerinin nağmelerinden ve yıldızların hareketlerinin seslerinden almıştır. Düşüncesinin iyiliğini de musiki nağmelerinin seslerinden ve melodilerinin kurallarından elde etmiştir. O, bu ilimden ilk bahseden ve bilgelerden bu sırrı ilk aktaran kişidir.
Sonra bil ki, sözdeki anlamlar ruhlara benzer. O anlamların lafızları kendileri için cesettir. Ruhlar ancak cesetler yoluyla canlandırılır.
Haber, görülmediği, zaman geçtiği ve söyleyen kişiden işitilmiş olduğu açıklandığı için, onu söyleyen kişiyi doğrulamanın ve yalanlamanın olanaklı olduğu her sözdür.
ölçülü anlamı istemenin hakikati, anlambilime yönelmek ve ibare şekillerini taksim etmekle olur. Zira kasd, aşağısındakilerin karşılığını vermeye yetmeyen, üstündekilere de fayda vermeyen şeydir. O, kendisinden eksilen şeyin zayıf olduğu, artan şeyin de israf olduğu ölçülü anlama döner. Aynı şekilde kararlılık, birisi korkaklık, diğeri atılganlık olan iki uçtan birine meyletmemektir. Bunun gibi hayâ, ihmalkârlıkla arsızlık yönleri arasındadır. Bunların tamamı, ölçülü olmaktan kendi kendine artışla azalma arasındaki kısılmaya ve genişliğe, haddi aşmaya (ifrat) ve ortalamanın altında kalmaya (tefrit) döner.
Her mizaç ve tabiatın, sayısını Yüce Allah’tan başkasının bilemeyeceği farklı nağmeleri ve uyumlu melodileri vardır. Bunun delili, düşündüğün zaman insanlardan her ümmetin tat aldıkları, ferahladıkları, kendilerinden başkasının tat almadığı ve sevinç duymadığı melodileri, nağmeleri ve sesleri olduğunu bulmandır. Bu, onların dillerinin farklılığı, mizaçlarının ve tabiatlarının ayrılığı ve onlarda ortaya çıkan âdet ve ahlâk dolayısıyladır. Böylece tek dile sahip olanlar arasında, başkalarının onların dillerinden hoşlanmadığı melodilerden, nağmelerden ve seslerden hoşlanan kavimler ortaya çıkar.
tam dil, Arap dilidir. Fasih söz, Arap sözüdür. Bunun dışındakiler eksiktir. Diller içerisinde Arap dili, canlılar içerisinde insan şekli gibidir. İnsan şeklinin ortaya çıkışı son canlı şekli olduğu gibi Arap dili de insanlığa ait dillerin mükemmeli ve yazma sanatının sonudur.
Ancak onlar Resûl’den gelen rivayetlerde ve taşıyıcısı insan olan anlamlarda (me‘ânî) ihtilaf ettiler. Bunları Resûl’den aldılar ve her alan da kendi lisanıyla aktardı. Çünkü Nebî’nin (s.a.v.) her topluluğa içinde bulundukları şartlara göre, nefislerinde tasavvur edebilecekleri ve akıllarının erdiği kadar anlayacakları şekilde konuşması onun mucizelerinden ve üstünlüğündendir. Bu nedenle rivayetler ayrılmış, itikadî mezhepler çoğalmış ve Resûl’ün (s.a.v.) halifesi hakkında ayrılığa düşmüşlerdir. Bu konu günümüze gelinceye kadar ümmet içerisinde en büyük ihtilaf sebeplerinden birisi olmuştur.
Aynı şekilde kelamcılar, tartışmacılar (ehlü’l-münâzara) ve yönetim konusunda rekabete girenler din ve şeriat hakkında Resûl’ün getirmediği ve emretmediği, kendi nefislerinden pek çok şey icat ettiler. Bunları bidat edindiler ve sıradan insanlara şöyle dediler: “Bu Resûl’ün sünneti ve yoludur.” Bu bidatları kendilerine güzel gösterdiler. Öyle ki, bidat edinmiş oldukları şeylerin hakikat olduğunu ve Nebî’nin (a.s.) bunu emrettiğini zannettiler. Hükümler ve emirler konusunda kendi görüşleri ve kıyaslarıyla pek çok şey ortaya çıkardılar. Bunlarla Rablerinin kitabını ve Nebî’lerinin sünnetini terk ettiler, içlerindeki uyarıcılara (ehl-i zikr) karşı büyüklendiler. Oysa onlara, anlamadıkları şeyleri bunlara sormaları emredilmişti. Akıllarının saçmalamasıyla Allah’ın şeriat işini ve dinî farzları eksik bıraktığını zannettiler. Öyle ki, bunlar bu eksiklikleri kendi bozuk görüşleri, yanlış kıyasları ve batıl içtihatları ile açıklama ihtiyacı duydular ve kendilerine ait bir din icat ederek bidat işlediler. Az önce açıkladığımız gibi bunları yöneticilik isteği yüzünden yaptılar. Ümmet içerisinde ihtilaf ve çekişme başlattılar. Onlar şeriatı yıkıyorlar, ancak cahil kimselere kendilerinin şeriata yardımcı oldukları izlenimi veriyorlar.
2.13. Tabiî-Beşerî Cisimlerde Tikel/Cüz’î Nefislerin Nasıl Meydana Geldiğine Dair
Nefislere ilişen hastalıklar ise, birikimsel cehaletler, kötü huylar, bozuk görüşler ve kötü işler/ameller olmak üzere dört kısma ayrılır. Sonra, beşerî-cüz’î nefislerin bu hastalıklarından her biri, [nefsin] kalpler üzerinde tutuşan ateş şeklindeki cismânî arzulara çokça eğilim göstermesi ve tâbiî elemlerden, maddî ezalardan [geçici bir] kurtuluş olan cismânî lezzetlerle aldanması sebebiyle endişeye sevk edici kederlerin ve yakıcı üzüntülerin çeşitleri bakımından farklılaşır.
Sonra bilmelisin ki, nasıl ki, bedene ilişkin hastalıkların tıbbi olarak tedavisi ve bunları tedavi eden ilaçlar varsa aynı şekilde nefse ilişkin hastalıkların ilaçları ve bu ilaçlarla tıbbî tedavisi de vardır. Yine nasıl ki, bilgelerin, [bedene ilişkin] hastalıkların ilaçlarını özellikleriyle anlattıkları kitapları varsa aynı şekilde peygamberlerin ve bilgelerin getirdiği, nefse ilişkin hastalıkların tedavilerinin açıklandığı kitaplar ve ilmî kanunlar da vardır.
Sonra bilmelisin ki, bir grup akıl sahibi/âkil insan gerçekten peygamberin getirdiği kanunlardan yüz çevirip felsefî görüşlere saptılar. Bu durum onların, peygamberlerin açık işaretler ve gizli anlamlarla gösterdikleri bu gerçeklerin anlamlarını (suret) kavrama yetersizliklerinden kaynaklanmaktadır. Böylece onlar, meleklerin vahiy, ilham, teyit ve gizli anlamlar olarak peygamberlere getirdiği bu şeylerin gerçekliklerini anlayamadılar.
Hz.İsâ (a.s.) havarilerine şöyle demiştir: “Yarın Firdevs Cenneti´ne girmek isteyen kimseye bugün dünyada arpa ekmeği yemek ve saf su içmek dahi çoktur.”
2.14. İnsanın Bilimlere İlişkin Güç Yetirebilirliği
Allah, Âdem’e isimleri öğreterek onu meleklerin tamamına değil, bir kısmına üstün kıldı.
Sonra bil ki, varlıklar hakkındaki bilgi, duyularla idrâk edilen şeylere ilişkin bilgilerde ve aklı önceleyen [a priori] bilgilerde olduğu gibi bir kısmı doğuştan gelen tâbiî bilgilerdir. Bir kısmı ise, matematik, eğitim ve vahyin (nâmûs) getirdiği bilgilerde olduğu gibi öğrenimle elde edilen ve sonradan kazanılan bilgilerdir.
2.15. Ölümün ve Hayatın Hikmetine Dair
Ey kardeş, işte bu şekilde nefsin bedenle olan durumunun, ceninin rahimdeki durumu gibi olduğunu; onun ölümden sonraki halinin de çocuğun doğumdan sonraki durumuna benzediğini bilmek için düşünmen/ibret alman gerekir. Çünkü bedenin ölümü, nefsin doğumudur. Aynı şekilde çocuğun doğumu, onun rahimden çıkmasından başka bir şey değildir. Benzer biçimde nefsin doğumu da onun bedenden ayrılmasından başka bir şey değildir.
İnsanların çoğu nefislerinin cevherini bilmemelerinden ve ebedi hayatlarından gafil olmalarından dolayı, sadece bu sonlu, alçak, bedensel dünya hayatını bilirler: “Dünya hayatı aldatıcı metadan başka bir şey değildir.” (3\168) “Dünya hayatı ancak oyun, eğlence, süs, aranızda böbürlenme, mal ve evlatla üstünlük taslamadır.” (57\20) Onlar, dünyada bâkî kalmayı isterler ve orada ebedileşmeyi temenni ederler. Yüce Allah’ın buyurduğu gibi, “Onlar ahiretten gafil kalarak dünya hayatının sadece dışını biliyorlar.” (30\7)
Öyleyse ölüm bir hikmettir. Çünkü Rahman ve Rahim olan Rabbine dönüş ancak ölümden sonradır. Allah’ın ve Resûl’ünün vaat ettiğine nefsin ulaşması ancak bedenden ayrılmasından sonradır: “Ey mutmain olmuş nefis! Rabbin senden sen de Rabbinden razı olmuş bir şekilde Rabbine dön.” Dolayısıyla ölüm Yüce Allah’tan kullarına bir hikmet ve hediyedir. Dahası ruhanî hayatın bitmemesinin/ bekasının sebebi ve bedenin yok oluşunun nedeni ölümdür.
Şayet ölüm olmasaydı, nefsin sema melekûtuna yükselmesi, meleklerin zümresine girmesi ve cennete ulaşması mümkün olmaz ve böylece nefis Yüce Allah’a ve ahiret diyarının nimetlerine kavuşmaktan mahrum kalırdı; tıpkı ceninin plasentada kalıp oradan çıkamaması halinde bu âlemi gerçek manada müşahede etmekten mahrum kalması gibi. Öyleyse ölüm bir hikmet, rahmet ve nimettir. Çünkü biz, Rabbimize ancak bu cisimden çıktıktan ve bedenlerimizden ayrıldıktan sonra ulaşabiliriz. “Her nefis ölümü tadacaktır. Sonunda bize döndürüleceksiniz.” (29\57)
Bunların hepsi ölümden sonra Yüce Allah’tan dostları için bir hikmet, rahmet ve nimettir. Bundan dolayı Allah’ın dostları ölümü isterler. Nitekim Yüce Allah, hak etmedikleri halde kendisini onlardan sananları şöyle azarlamıştır: “De ki; Ey Yahudiler! Bütün insanlar değil de sadece kendinizin Allah’ın dostları olduğunuzu iddia ediyorsanız, bunda da samimi iseniz haydi ölümü isteyin (bakalım)!” (62\6) Bu âyetler, Yüce Allah’ın dostlarının bir alametine işaret etmektedir ki, [bu da] onların ölümden sonra Rablerine kavuşacaklarını bildikleri için ölümü istemeleridir. Öyleyse ölüm bir hikmet ve nimettir.
2.16. Lezzetlerin Nitelikleri, Hayatın ve Ölümün Hikmeti ile Bunların Mahiyetlerine Dair
Cismânî lezzetler, canlı nefislerin elemlerin bitiminde hissettiği rahatlıktır. Herhangi bir sebeple canlı nefislerin ifrat ve tefrit (ziyade ve noksan) yönlerine meylederek itidalden sapmasıyla hissettiği elemler ise Allah’tan başka hiç kimsenin sayısını bilemeyeceği kadar çoktur.
Bil ki, Arapçada küfür, örtü demektir. O, beden cihetinden nefse ilişen bir şeydir. Şöyle ki; nefis bilgisizlik bakımından sürekli bir durumda olduğu zaman onun maddesi zâtını örter ve bu durumda nefsin cevherine ilişkin bilgisi ortadan kaybolur, nefis başlangıcını unutur ve yeniden dirilişindeki durumunu hatırlamaz. Böylece bilgisizliği öyle bir noktaya varır ki, nefis, bedenden ayrı bir varlığının olduğunu bilemez. Hatta ilimlere ilişkin basiretleri bağlanmış birçok kimsenin zannettikleri ve söyledikleri gibi, nefis, bir cisim olduğunu zanneder. Bu kişiler şöyle derler: Şüphesiz ki insan, en, boy ve derinliğe sahip olan, et ve kandan oluşan bu bedenden ibarettir. Bu kişiler, bedenle birlikte başka bir cevherin var olduğunu, bu cevherin bedenin hareket ettirici kuvvesi olduğunu, bu hareket ettiricinin ise nefis ve nefsin fiilleri olduğunu kavrayamazlar.
O halde her kim nefsin cevherini bilemezse rûhânî şeylere ilişkin hiçbir şey bilemez ve bunları tasavvur edemez. Bu kişiler maddenin derinliklerinde ve cehaletin karanlıklarında boğulduklarından, nefsin varlığına ilişkin bir şey işittiklerinde hemen bunu inkar ederler. Bunlar cehenneme ilişkin bir şey işittikleri zaman bunu ancak yapay/sûni bir şey olarak tasavvur ederler. Şöyle ki; bu kişiler cehennemi, kazılmış, büyük, geniş, tutuşan ve yanan ateşle dolu bir çukur zannederler ve Allah Teâlâ’nın da meleklere, bu çukuru kast ederek ve inanmayanlara öfkelenerek onları yakalamalarını ve bu çukura atmalarını emrettiğini zannederler. Sonra [onlara göre] inanmayanların bedenleri her yandığında ve böylece kömür ve küle dönüştüğünde, rutubet ve kan, ilk defa tutuştuğu gibi yeniden tutuşsun diye, onların bedenlerine her defasında iade edilir. İşte onlara göre sonsuza kadar [inanmayanların] durumu bu şekildedir. Bu kişiler [görüşlerine] Yüce Allah’ın şu ayetini delil getiriler: “Onların derileri yanıp döküldükçe, azabı tatmaları için onların derilerini yenileyeceğiz.” (4\56) Bunlar ne Allah Teâlâ’nın bu ayetinin anlamını idrâk edebildiler ne de Allah’ın kitabını te’vil edebildiler. Bunlar Allah Teâlâ’nın çokça bağışlayan (ğafûr), merhamet eden (rahîm), şefkatli (hannân), ihsan eden (mennân), esirgeyen (raûf) ve kullarını çok seven (vedûd) olduğunu ve Allah’ın güzel isimlerinden bunlara benzer isimlerini duydukları ve bu isimler hakkında düşündükleri zaman onların akılları, kinlerinden ve yaratılışlarındaki rahmetin azlığından dolayı inandıkları şeyleri inkâr eder.
Aynı şekilde bu kişiler cennete, cennetin nimetlerine, cennet ehlinin mutluluk ve lezzetlerine ilişkin bir şey duydukları zaman, bu şeyleri ancak cismânî şeyler olarak tasavvur ediyorlar. Yani bu şeyleri, içinde çeşit çeşit meyvelere sahip çeşit çeşit ağaçlar bulunan bostanlar, aralarında nehirlerin aktığı saraylar ve bu saraylardaki huriler, gılmanlar (erkek hizmetçiler), vildanlar (çocuklar) ve mürdanlar (yüzünde tüy bitmemiş gençler) olarak ve bu dünyadaki yapılara ve dünya ehlinin nimetlerine benzer bir şekilde tasavvur ediyorlar.
Sonra şüphe etmeden kesin olarak bil ki cehennem, Ay feleğinin altında yer alan oluş ve bozuluş âlemi; cennet, ruhlar âlemi ve gökler alanı; cehennemlikler, âlemdeki diğer mevcutlar değil de acı ve ağrılara maruz kalan hayvânî bedenlerle ilgili nefisler; cennetlikler ise felekler âleminde ve gökler alanında bulunan, huzur ve mutluluk içinde olan, acı ve ağrıdan uzak melekî nefislerdir. Bunun delili, Yüce Allah’ın şu sözüdür: “Üç kola ayrılmış gölgeye gidin!” (77\30) Bu, Ay feleği altında eni, boyu ve derinliği olan cisimlere bitişik nefislere işaret eder.
bil ki, lezzetler doğal şehevî, duyusal hayvânî, düşünsel insanî ve ruhsal melekî olmak üzere dört çeşittir. Doğal şehevî lezzetler, nefsin yiyecek ve içecek gibi besinleri alma esnasında hissettiği şeylerdir. Hayvânî lezzetler de aynı şekilde iki çeşittir: Birisi, nefsin uyum halinde hissettiği lezzettir ki cima buna örnektir. Diğeri, nefsin intikam anında hissettiği lezzet olup öfkeliyken kabaran şehvet buna örnektir. Fikrî lezzet, nefsin bilinenlerin manalarını tasavvur ettiği ve mevcutların hakikatlerini bildiği esnada aldığı hazdır. Ruhsal melekî lezzet ise nefsin bedenden ayrıldıktan sonra huzur ve mutluluk içinde idrâk ettiği rahatlık ve hazdır.
Kardeşim, sırlarını ve inançlarını öğrenmek için onlarla arkadaşlığa rağbet etmek, metotlarına uymak, yaşam tarzlarını takip etmek, ahlâklarıyla bezenmek, ilim ve siyasetleri üzerinde düşünmek; konuşma ve sözlerini dinlemek için meclislerine katılmak; içerdiği manaları anlamaya muvaffak olmak, nefsini gaflet ve cehalet uykusundan uyandırmak, basiret gözünü açmak, âlimler ve mesut kimseler gibi yaşamak ve göklerin melekûtuna yükselmek için bu risâlelerimizi okumak ister misin?
Kardeşim, O’nun bunları teşbih ve temsil yoluyla kolay tasavvur ettirmek için “cennetin durumu şöyledir” dediğini görmüyor musun? Çünkü onların tasviri hakikatleriyle sınırlıdır. O, her insan topluluğuna akıllarına ve bilgi ve kavrayıştaki mertebelerine göre hitap etmiştir. Çünkü peygamberlerin (a.s) daveti seçkinleri, avamı ve bunlar arasındaki insan sınıflarını kapsayacak şekildedir. Mesih (a.s.), cennetleri ve cennetliklerin nimetlerini tasvir ederken cismanî olmayan vasıflar kullanmıştır. Yaptığı bir tavsiyede Havarilere şöyle demiştir: “Eğer benim yaptıklarımı ve size söylediklerimi yaparsanız yarın göğün melekûtunda Babamızın yanında benimle birlikte olursunuz ve O’nun meleklerinin arşı etrafında O’nu hamd ile tesbih ve takdis ettiklerini görürsünüz. Siz orada yeme içme olmaksızın bütün lezzetleri tadarsınız.” Mesih (a.s.) sembol kullanmadan açıkladı. Çünkü onun muhatapları, Tevrat’ın, peygamberler (a.s.) ve filozofların kitaplarının eğittiği bir topluluktu. İşaret ve tembihlere ihtiyaçları yoktu, aksine onların suretlerini kabule hazır ve istidatlı idiler.
Peygamberlerin efendisi ve elçilerin sonuncusu (s.a.v.) ise çöl halkından ilimlerle eğitilmemiş, yeniden diriliş ve haşrı ikrar etmemiş, felekler ve ahiretin melekûtu olan göktekilere ve cennetliklere ait nimetlerin bilgisi bir yana, dünya melekûtunun nimetlerini dahi bilmeyen ümmî bir kavme gönderilmişti. O, kitabında cennetleri kavmin kavrayışına yaklaştırmak, tasavvurlarını kolaylaştırmak ve nefislerini bunlara teşvik etmek için daha çok cisimsel olarak tasvir etti. Biz ilahî kitapların sırlarını araştırmakla meşgul olduk, risâlelerimizin çoğunda nebevî vahiylerin sırlarının anlamını açıkladık, rumuzlar, işaretler ve şer’î kuralların birçoğunu ortaya çıkardık. Çünkü bizim muhataplarımız; âlim, fazıl, İhvân-ı Safâ ile içli dışlı, ilimde derinleşmiş, ilahî kitapların sırlarına ve peygamberlerin (a.s.) işaretlerine yakın felsefî riyazetlerle yetişmiş bir topluluktur.
2.17. Dillerin, Yazı Şekillerinin ve İbarelerin Farklı Olmasının Sebeplerine Dair
Denildiğine göre Pisagor, cevherinin saflığını ve kalbinin zekâsını feleklerin hareketlerinin nağmelerinden ve yıldızların hareketlerinin seslerinden almıştır. Düşüncesinin iyiliğini de musiki nağmelerinin seslerinden ve melodilerinin kurallarından elde etmiştir. O, bu ilimden ilk bahseden ve bilgelerden bu sırrı ilk aktaran kişidir.
Sonra bil ki, sözdeki anlamlar ruhlara benzer. O anlamların lafızları kendileri için cesettir. Ruhlar ancak cesetler yoluyla canlandırılır.
Haber, görülmediği, zaman geçtiği ve söyleyen kişiden işitilmiş olduğu açıklandığı için, onu söyleyen kişiyi doğrulamanın ve yalanlamanın olanaklı olduğu her sözdür.
ölçülü anlamı istemenin hakikati, anlambilime yönelmek ve ibare şekillerini taksim etmekle olur. Zira kasd, aşağısındakilerin karşılığını vermeye yetmeyen, üstündekilere de fayda vermeyen şeydir. O, kendisinden eksilen şeyin zayıf olduğu, artan şeyin de israf olduğu ölçülü anlama döner. Aynı şekilde kararlılık, birisi korkaklık, diğeri atılganlık olan iki uçtan birine meyletmemektir. Bunun gibi hayâ, ihmalkârlıkla arsızlık yönleri arasındadır. Bunların tamamı, ölçülü olmaktan kendi kendine artışla azalma arasındaki kısılmaya ve genişliğe, haddi aşmaya (ifrat) ve ortalamanın altında kalmaya (tefrit) döner.
Her mizaç ve tabiatın, sayısını Yüce Allah’tan başkasının bilemeyeceği farklı nağmeleri ve uyumlu melodileri vardır. Bunun delili, düşündüğün zaman insanlardan her ümmetin tat aldıkları, ferahladıkları, kendilerinden başkasının tat almadığı ve sevinç duymadığı melodileri, nağmeleri ve sesleri olduğunu bulmandır. Bu, onların dillerinin farklılığı, mizaçlarının ve tabiatlarının ayrılığı ve onlarda ortaya çıkan âdet ve ahlâk dolayısıyladır. Böylece tek dile sahip olanlar arasında, başkalarının onların dillerinden hoşlanmadığı melodilerden, nağmelerden ve seslerden hoşlanan kavimler ortaya çıkar.
tam dil, Arap dilidir. Fasih söz, Arap sözüdür. Bunun dışındakiler eksiktir. Diller içerisinde Arap dili, canlılar içerisinde insan şekli gibidir. İnsan şeklinin ortaya çıkışı son canlı şekli olduğu gibi Arap dili de insanlığa ait dillerin mükemmeli ve yazma sanatının sonudur.
Ancak onlar Resûl’den gelen rivayetlerde ve taşıyıcısı insan olan anlamlarda (me‘ânî) ihtilaf ettiler. Bunları Resûl’den aldılar ve her alan da kendi lisanıyla aktardı. Çünkü Nebî’nin (s.a.v.) her topluluğa içinde bulundukları şartlara göre, nefislerinde tasavvur edebilecekleri ve akıllarının erdiği kadar anlayacakları şekilde konuşması onun mucizelerinden ve üstünlüğündendir. Bu nedenle rivayetler ayrılmış, itikadî mezhepler çoğalmış ve Resûl’ün (s.a.v.) halifesi hakkında ayrılığa düşmüşlerdir. Bu konu günümüze gelinceye kadar ümmet içerisinde en büyük ihtilaf sebeplerinden birisi olmuştur.
Aynı şekilde kelamcılar, tartışmacılar (ehlü’l-münâzara) ve yönetim konusunda rekabete girenler din ve şeriat hakkında Resûl’ün getirmediği ve emretmediği, kendi nefislerinden pek çok şey icat ettiler. Bunları bidat edindiler ve sıradan insanlara şöyle dediler: “Bu Resûl’ün sünneti ve yoludur.” Bu bidatları kendilerine güzel gösterdiler. Öyle ki, bidat edinmiş oldukları şeylerin hakikat olduğunu ve Nebî’nin (a.s.) bunu emrettiğini zannettiler. Hükümler ve emirler konusunda kendi görüşleri ve kıyaslarıyla pek çok şey ortaya çıkardılar. Bunlarla Rablerinin kitabını ve Nebî’lerinin sünnetini terk ettiler, içlerindeki uyarıcılara (ehl-i zikr) karşı büyüklendiler. Oysa onlara, anlamadıkları şeyleri bunlara sormaları emredilmişti. Akıllarının saçmalamasıyla Allah’ın şeriat işini ve dinî farzları eksik bıraktığını zannettiler. Öyle ki, bunlar bu eksiklikleri kendi bozuk görüşleri, yanlış kıyasları ve batıl içtihatları ile açıklama ihtiyacı duydular ve kendilerine ait bir din icat ederek bidat işlediler. Az önce açıkladığımız gibi bunları yöneticilik isteği yüzünden yaptılar. Ümmet içerisinde ihtilaf ve çekişme başlattılar. Onlar şeriatı yıkıyorlar, ancak cahil kimselere kendilerinin şeriata yardımcı oldukları izlenimi veriyorlar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder