5 Şubat 2018 Pazartesi

Kalbin Aklı \ Savaş Ş. Barkçin



İnsan Yayınları, İstanbul – Aralık 2016

"Sen" diyen gizlice "ben" demektedir. Benlikten geçip senliğe yükselen karanlık dereceler arasında sefer etmektedir. (s.13)

Ellerimizi kalplerimize getirdiğimiz anda çığlık çığlığa tarihin sesini duyarız: Bu bir imdattan öte, bir sekerat ânı pişmanlığı gibidir. (s.16)

Taşlıkları serin, suyunun boğazımızdan önce gözlerimizde çağladığı bir medeniyetin haneleri, ne hazin ki cehaletten evvel kendi hıyanetimizin saldırısı ile harap oldu. Zikir, necis ağızlardan kaçtı Rehavet, ölümcül beden kafesine sindi. İdare-i maslahat siyaset oldu. Kolay ama murdar kazanç iktisat oldu. (s.16)

Medeniyetin yıkımı önce zihinlerde başladı. Bu sebeple, evvela, yeni bir medeniyet için zihinlerin imarı ve zihni kirliliğin önlenmesi şart. (s.16)

Zaman, minare inceliğinde hassaslık gerektiren kalplere, hareketin mihrabını yerleştirmek zamanıdır. (s.17)

Modernleşmeci akımlar, Batı’nın geliştirdiği modern bilim ve teknoloji söylemini dindeki "akıl", "tefekkür", "çaba" gibi kavramlarla eşdeğer tutup, medeniyet birikimimizin artık geçerli olmadığını iddia ediyorlar. Yapılması gereken, dini, modern Batı anlayışına uygun hale getirmektir. Niyet budur, kullanılan terane "günümüz gerçeklerini dinle uyuşturmak"tır. Onlar, Batı Medeniyeti’nin akıl ve bilim üzerinde yükseldiğini söyleyerek, tasavvuf, maneviyat ve devlet geleneklerini toptan reddetme eğilimindeler. (s.20)

Açık ki, asıl mesele "güç" değil, "kişiliktir". Bunun için de artık kendimize dönmeliyiz. Kendimize önem vermeliyiz, çabamızı artırmalıyız. Yaptıklarımızı özgün kılmalıyız. Yoksa sürekli karşısında zayıf kaldığımızı düşündüğümüz Batı heyûlasının gücüne güç katmaya devam ederiz. Yeni uygarlık, bu kişiliğimize tekrar kavuşup, kendimizi yenileyerek mümkün olacak. Bu yenilenme sadece bizim değil, bütün dünyanın ihtiyaç duyduğu en büyük iştir. (s.28)

İslamcılar dâhil artık Müslümanlar birbirine bitişik iki bataklık arasında bocalıyorlar: Gayretsizlik ve ümitsizlik. (s.33)

Müslümanların başarılı oldukça iftihar duydukları şey şimdi kapitalistleşmede eriştikleri düzey. Bir zamanlar birçok Müslüman akideye, ahlâka ve gayrete sahip olduklarını, bir tek maddi güçlerinin eksik olduğunu söylerler, hayıflanırlardı. Bugün o eksik kısmen giderildi: Dindarların da sermayeleri var ve bu sermaye bir kısmını güçlü kılıyor. Ama gelin görün ki bu kez hâlis niyetin, hasbî gayretin ve ulvî gâyenin yerinde yeller esiyor. (s.33)

Gerçek şu: Varlığın ve medeniyetin üç ayağı olan bilmenin, kılmanın ve olmanın üzerine yaslandığı ahlâk zemini olmadan; ne ahlâkî olan bir güç, ne de güçlü olan bir ahlâk elde edilebilir. (s.33)

Hep söylüyoruz, İslâm dünyası son 200 yıldır bir çıkmazın içinde. Bu sadece siyasî, ekonomik, kültürel, sosyal bir kriz değil. Asıl kriz kişilik, yani ahlâk krizi. Batı son 300 yıldır maddî gücünü artırırken asla ahlâklı davranmadı, ahlâkî olmak diye bir derdi hiç olmadı. Bugün de öyle. Çünkü Batı, bugün küfrün timsalidir. Küfür ise mutlak "ben" demektir. Mutlak bencillik demektir. Sadece "ben" diyen, nefsini ilahlaştıran başkasının canına, şerefine, hakkına-hukukuna, insanlığına bakmaz. Sadece kendi çıkarına, kendi varlığına, kendi zevkine bakar. (s.36)

Müslümanlar uzun süre hem Batı, hem de Batı’nın kurduğu düzenlerde büyük sıkıntı çektiler. Bir gazete, bir dergi, bir televizyon kuracak güçleri yoktu. Samimi dindarlardan toplanan mütevazi bağışlarla topluma hizmet etmeye çalıştılar. Fakat son 30 yılda dindarların maddî gücü çoğalmaya başladı. Gazeteleri de oldu, televizyonları da, şirketleri de, okulları da. Ama bu kez o samimiyet, muhabbet, safiyet kayboldu. (s.37)

Osmanlı elbette kendi kendine çökmedi. İngiltere ve Fransa onu yıkmak için tam 200 yıl çalıştı. 1918’deki sonu, tâ 1700’lerden başlayarak planladılar, adım adım uyguladılar. İngilizler ve Fransızlar Osmanlı ve İslâm memleketlerine seyyah, tüccar, bilgin, arkeolog, gazeteci kisveli adamlar gönderdiler. Bizim kuvvetlerimizin nerelerden geldiğini araştırdılar. Onun için Müslümanları önce tasavvuftan, sonra hadislerden, en sonunda da Kur’an’dan ayırmak için uğraştılar. Fakat Osmanlı sadece Avrupalılar’ın bu sistemli faaliyetleri yüzünden yıkılmadı. Osmanlı’nın kompleksleri, eksikleri, zaafları olmasaydı nasıl yıkabilirdi? (s.42)

Maalesef İslâm’ın bir ‘’hayat dini’’ olduğunun farkına varmıyoruz. Peki, bu şuur eksikliği nereden geliyor? İşin esası şu: 200 senedir kendimizde değiliz, kendimiz değiliz. Kendimizden şüphe duyuyoruz. 200 senedir kendimiz olmayı bir tarafa bıraktık, başkası olmaya çalışıyoruz. (s.45-46)

Kısacası bugün kul olmaktan, kendimiz olmaktan, medeniyetimizi ihyâ etmekten bahsediyorsak mutlaka doğruluk gibi güzelliği de üstün tutmalıyız. Hayatımızı, fikrimizi, işimizi, davranışımızı, sözümüzü, binalarımızı, kitaplarımızı, konuşmalarımızı doğru ve güzel kılmalıyız. Kendimize, çevremize, âlemler doğruluk ve güzellik yaymalıyız. Kalbimizi, zevkimizi, aklımızı hem selîm, hem cemîl yapmalıyız. (s.50)

Müslümanlar her gittikleri beldedeki ahalinin değerlerini muhafaza ederek, onların adet ve dinlerine saygı göstererek ilerledikleri halde, Batılılar keşfettikleri her kara parçasının üzerindeki, insan, hayvan, bitki, maden her şeyi talan ettiler. (s.59)

Osmanlı’nın son dönemi; yabancı fikirlerin işe yarayacak şekilde meşrulaştırılırken, kadim fikirlerin devreden çıkarılmasına şahitlik eden bir devirdir. Liberalizm bunun örneğidir. (s.62)

İyi iş, üç "iyi" nin eseridir: iyi niyet, iyi kabiliyet ve iyi gayret. Bu üçü bir araya gelince mükemmel eserler ortaya çıkar. En büyük eser ise "iyi" insan yetiştirmektir. O halde uygarlığımızı ihya etmek için ‘’iyi’’ insanın nasıl inşâ edileceğine dair düşünmek de gerekiyor. (s.67)

Ülkemizde tahsil yaygınlaştıkça kişilikli, geleneğine bağlı ve "yerli" özellikler azalmıştır. Bunda tahsilin kendisinin değil, elbette içeriğinin rolü vardır. Bunun arkasında ise özellikle muhafazakâr iktidarların eğitim ve kültürü bir keyfiyet değil, bir kemmiyet sorunu olarak görmesi yatar. Bir başka deyişle eğitime en fazla yatırım yapan muhafazakâr zihniyet, eğitimin içeriğine önem vermeyerek aslında kendi muhalefetini güçlendirmektedir. (s.68)

Başlıca İnsanî Sorunlarımız
Bilgisizlik
Bilinçsizlik
Kültürsüzlük
Aşağılık Kompleksi
Geleneksizlik
Nezâketsizlik
Eğitim Politikalarının Temel Eksiklikleri
Vizyon Eksikliği
Nitelik (keyfiyet) Eksikliği
Kaliteli Öğretmen Eksikliği (s.69-77)

İdeal insan inşâ etmenin yolu önce onu tarif etmektir. Dünya hayatımızda üç ana sorumluluğumuz ve işimiz var. Bilmek, kılmak, olmak.
Bilmek: Kendini bilen, mekânını bilen, zamanını bilen, dünyayı bilen bilgili, vakur, cevvâl bir insan.
Kılmak: Küçük işleri de önemli gören, kendi yaptığı işin ülke için önemli bir katkı olduğunun bilincinde, dünyanın her yerinde iş yapabilecek bilgi, kabiliyet ve özgüvende bir insan.
Olmak: Ahlâk sahibi, güler yüzlü, açık, alıcı ve terkîb edici, zihni, gönlü, vücudu sağlıklı bir insan. (…)
Bu üçü aşk olmadan olmaz. Çünkü aşk kişiye şevki veren, meşki yani eser vermeyi sağlayan sonsuz ve evrensel cevherdir. (s.79)

İnsan, düşüncesi, gönlü ve eylemi ile zamanı ve mekânı kaldıraç gibi kullanarak dünyaya nizam verir. Bu üç unsur birbirinden ayrılamaz. Dolayısıyla insanı inşâ eden, zamanı ve mekânı inşâ ediyor demektir. (s.80)

Geleceğin insanını inşâ etmek için, eğitim ve kültür politikaları şu üç bilinci oluşturmaya hizmet etmelidir:
İnsan Bilinci
Mekân Bilinci
Zaman Bilinci (s.80-83)

Eğitim sistemimizde kültürün yeri hemen hemen hiç yoktur. "Kültür eğitimi", Batı müziğinin ve resmin öğretilmesiyle sınırlıdır. Hatta bunlar da uygarlık bilinci olmadığı ve eğitim politikaları isabetli olmadığı için başarısızdır. (s.88)

Osmanlı medeniyetine ve tarihine olan ilginin artmasıyla beraber klasik sanatımız da yavaş yavaş bir araştırma alanı hâline gelmektedir. Fakat bu alanda çalışan üniversite bölümleri ve konservatuarların ne öğretim kadroları, ne müfredatları, ne de kaynak eserleri yeterli değildir. Konservatuarlarda hocaların ve yöneticilerin büyük bir kısmı klasik musikimizin, kendi kültürümüzün düşmanıdır. (s.89)

Geçmişini kaybetmiş, ne yaptığını, kim olduğunu bilmeyen bir adamı ruh doktoruna götürürler. Biz de son iki asırdır bu haldeyiz. Hâlimiz marazîdir. Daha da kötüsü bu marazı normal kabul edip, onunla yaşamaya alışmış durumdayız. Ne yaptığımızı hatırlar gibi olduğumuzda da, günümüzde başka bir işe yaramayacağımızı düşünüp kendi köşemize çekiliyoruz. (s.97)

Evet, iki asırdır yanlış bir soruyu soruyoruz: "Neden bu hale düştük?" Doğru soru ise şudur: "Kendimizden nasıl ayrı düştük?" Bize gâib olan, yani ötesine, uzağına, taşrasına, gurbetine düştüğümüz vatan, mekân, hâne nedir? (s.98)

İki asırdan beri hepimizin hissettiği ama açıkça söylemediği şey, "kendimiz"i kaybettiğimiz, "kendimiz"den gurbette olduğumuzdur. "Kendi" olmadığı yerde dünyanın, hayatın, işin, fikrin, ilmin, sanatın anlamını sadece başkaları belirler. Kendisizliktir asıl gaybubet. (s.99)

Çoğumuz coğrafyayı sınırlar olarak gördü. O yüzden İslâm dünyası denince bölünmüş, parçalanmış memleketler hayal etti. Oysa İslâm dünyası tekmil bu dünyadır. (s.102)

İslâm medeniyeti diğerlerinden farklıdır. Mekâna ve zamana bağlı değildir: Yeryüzünde iman etmiş bir kişi olsa bile, tek başına İslâm medeniyetini inşa etmiş demektir. Bütün medeniyet unsurları o bir imanlı kişinin cevherinden doğar. Kardeşlik ve kardeşini gözetmek de onu büyütür. (s.103)

Biz, kendimiz olamadığımız için, kardeşliği de savsakladık. Bizi birbirimize, sınırların, pazarların, partilerin, yolların değil, inancımızın bağladığını unuttuk. (s.104)

İnsanların düzenle ilgili zihni kurgularında üç temel tasavvur vardır. Birincisi, bizatihi gücü nasıl tanımladıkları ve onu nasıl meşrulaştırdıklarıyla ilgilidir. İkincisi, coğrafyayı, yani düzenin banisi olan devlet ile kendi buldukları yer arasındaki mekân algılamalarıdır. Son olarak da, dünyayı idare ettiğini düşündükleri devletin sahip olduğu değerler ve kendi değerlerine olan mukayeseli bakışları. (s.105)

(…) Kapitalizm deyin, emperyalizm deyin, ne derseniz deyin, Batı sisteminin temeli ahlâksızlıktır. Çünkü Tanrı’yı hakkıyla bilmeyenin hakka tabi olması ve hakkaniyetle davranması mümkün değildir. (s.111)

Batı felsefesi "insan, tabiatı itibariyle kötüdür" düsturuna dayanır. Bu, ahlâksızlığı meşrulaştıran en büyük sözdür. Buna inananın kötü olmaması, kötülüğü normal normal karşılamaması mümkün mü? Sosyalisti de böyledir, liberali de, bilmem nesi de (…) (s.112)

"Tıp ahlâkı", "iş ahlâkı", "siyaset ahlâkı", "çevre ahlâkı" diye sonsuz parçalara bölünen bir ahlâk, geçerli bir ahlâk olmaya devam edebilir mi? Bu, siyasette ayrı standart, işte ayrı, tıpta ayrı normlar demektir. Ve hepsinin de hedefi aynıdır: Yuttuğun müddetçe mesele yok. (s.112)

(…) Akıl ve kalp arasındaki dengeyi Mevlâmız Kur’ân’da bize gösteriyor. A’râf Sûresi’nin 179. Âyeti şöyle: "And olsun ki, cinlerden ve insanlardan birçoğunu cehennem için yarattık. Onların kalbleri vardır, fakat onunla gerçeği anlamazlar. Gözeleri vardır, fakat onlarla görmezler. Kulakları vardır, fakat onlarla işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibidirler. Hatta daha da aşağıdırlar. Bunlar da gâfillerin ta kendileridir." Burada dikkatimizi çeken ibare şudur: "Onların kalbleri vardır, fakat onunla gerçeği anlamazlar." Evet, Rabbimiz burada kalbin "anlaması"nı beyan buyuruyor. Bu bizim için şaşırtıcıdır. Çünkü biz hep akıl, beyin veya zihin ile algıladığımızı sanırız. Anlama, yani idrâk bize göre sadece akıl ile mümkün olan bir şeydir. Dolayısıyla akıl, beyin ve zihin ile ilgilidir. Kalp ise duygular ve hislerle ilgilidir. O halde ‘’kalp ile anlamak’’ bizim şu andaki kavrayışımızda karşılığı olmayan bir gerçek. Çünkü bize Batı usulünce öğretilen şey şudur: Akıl idrâk eder, kalp hisseder. Kalbin bir aklı, aklın da bir kalbi olabileceğini düşünemiyoruz. (s.116-117)

İlim her şeyi bilmek değil, bir şeyi nasıl bileceğini bilmektir, yani usuldür. (s.123)

Aslında hepimizin olgunlaşma yolu dört aşamadan oluşuyor: Sevgi, ilgi, bilgi, vergi… (s.132)

(…) Bizde "felsefe" yoktur, "tefekkür" vardır. Bunlar eş anlamlı kavramlar değildir. Zirâ, bizde düşüncenin de ahlâkî olması esastır. Yani düşüncenin de hakikate, yaradılışa, fıtrata bağlı olması gerekir. (s.147)

Eğer tefekkür gönül ile, yani imân ile ilgisini koparırsa ona "felsefe" deriz. (s.155)

Bence kadim ilkeleri bugünün sorunlarına uygulamada, yani medeniyeti inşâda dört aşama var: Tesbit, tahlil, temessül, terkib (s.183-184)

Her kelime bir âlemdir, yani bir şiardır. Her kelime aynı zamanda bir âlemdir, yani bir dünyadır. Onlara karşı istisnasız, şuursuz, dikkatsiz olmak bunun için bir kayıptır. Dil, din demektir. Çünkü din kelimeler ile nakledilen vahye ve sünnete dayanır. Dil aynı zamanda düşünce demektir. Çünkü kişinin düşünmesi bildiği isimlerle, kavramlarla, kelimelerle olur. Bu nedenle dili bozuk olanın dini de, düşüncesi de bozuk olur. Dilimize giren zihnimize, zihnimize giren hayatımıza girmiştir. Kendi kelimeleri olmayanın kendi kavramları ve anlamları olamaz. (s.234)

"Mekân" kelimesi ile "imkân" ve "temkîn" kelimesi aynı kökten gelir. Demek ki temkin, bir şeyi kendi mekânına kavuşturmak demektir. Yani yerini bilen, yolunu da bilir. (s.235)

Tavırsızlık aynı zamanda tarzsızlık anlamına gelir. Kendine has düşünme, eyleme ve bilme tarzı olmayan bir toplumun kendine has tavrı olması da mümkün değil. Tefekkürümüzü eylem, tavrımızı da tarz ile bütünlediğimizde yeni ve özgün bir medeniyet ortaya koyabiliriz. (s.253)

Bir kere felsefe ve tefekkür aynı şey değildir. Modern anlamda felsefe, "philo-sophia" kelime kökeninde taşıdığı "hikmet sevgisi" anlamından tamamen uzaktır. Hikmet, hakikat odaklı, eşyanın ve olayların künhüne nüfuz eden tefekkür demektir. Yani hikmet aşkınlıkla ilgilidir. Belli bir hakikate bağlanmayan bir düşünce, sınırları hesapçı akıl tarafından çizilmiş bir alanda düşünüyor demektir. (s.256)

İslâm’da felsefe yoktur, olamaz. Çünkü felsefe, bilmek-kılmak-olmak üçlemesini, yani varoluşu ahlâk hâline getiren tutarlılığı bir silsile hâlinde ne mümkün, ne de mecbur kılar. (s.264)

(…) Ama bir de "İslâm felsefesi Osmanlı’da bitmiştir" diyerek sömürgeci Oryantalizmin tuzağına düşmüş kimseler vardır. Halbuki, onların kastettiğinin tam aksine Osmanlı, tefekkürü medeniyetinin esâsı yapmıştır. (s.264)

Orada filozof şu veya bu şekilde söyleme muhtariyeti olan, ancak tecrid edilmiş kişidir. Bizde ise mürşid, ârif, âlim, sultan, tebâ hepsi aynı ahlâk denizi içinde yüzen varlıklardır. (s.268)

Şiir de bir edeb yoludur. Söylem ile eylem, varlık ile gölgesi, öz ile söz, tefekkür ile tezekkür, san’at ile mânâ içiçe olmalıdır. Hepsini kuşatan ve onlara asıl değer ve renklerini veren bizâtihi bu çabalar değil, ahlâktır. (s.283)

(…) Tasavvufu yanlış anlayanlar, aklı kötüleyince kalbi yücelttiklerini sanıyorlar. İnsanın sadece akıldan ibaret olduğunu sananlar ise aklı yücelttiklerini sanıyorlar. Oysa kalp ve akıl iki büyük nimettir. Kalp ve akıl aslında birbirine sıkı sıkıya bağlıdır. İman akılda değildir, kalptedir. Allah’ın nazargâhı akıl değil, kalptir. (s.304)

(…) Muhasebeye, Türkiye’nin ve İslâm dünyasının 200 yıldan beri düçâr olduğu şu temel zaafları itiraf ederek başlamalıyız: Aşağılık kompleksi, ölçüsüzlük, akılsızlık, ilkesizlik, köksüzlük, yönsüzlük.

(…) Bütün bu sorunların temelinde bence iki açık ve açlık yatıyor: Din açığı/ açlığı, güç açığı/ açlığı. Bu iki açık/ açlık, aslında Müslümanların iki anlayışındaki sorunlarla ilgilidir: Din anlayışındaki sorun, güç anlayışındaki sorun. Bu açıklar, açlıklar ve anlayışlar, bugüne kadar Türkiye’yi de, İslâm dünyasını da esir aldı. (s.317-318)

Haz. Seda Midi

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder