ÖNSÖZ
MÜELLİFİN YAŞADIĞI ÇAĞ
Şeyhülislam Ibn Teymiyye'nin yaşadığı hicri 661-728 yılları dönem olarak Islam aleminin Haçlı Seferlerine maruz kalıp, yıkım ve çözülmeye sürüklendiği dönemdir. Yine Islam aleminin tarihin en acı dönemlerinden biri olan Tatar işgali de bu dönemlerde yaşanmıştır. Bu savaşlara bizzat Ibn Teymiyye iştirak etmiştir... Insanlar _bu dönemde_ ahlaken bozulmuşlar, hile, ihtikâr ve hırsızlık yaygınlaşmıştır. Bu durum, Ibn Teymiyye'nin ''el-Hisbe Fi'l-Islam'' isimli eserini yazmasına neden olmuştur. _Ilmî alanda_ değerli alimlerin yetiştiği bir dönem olmasına rağmen ilmi hareket donukluk ve taklitten kurtulamamıştır... Akide alanında Eş'ari mezhebinin, fıkıh alanında ise taklitçiliğin hakim olduğu ve dört mezhebten birine aykırı ictihad yapmanın zor olduğu bir dönemdir..
İbn Teymiyye;
* Dört büyük imamın, farklı farklı görünen hiçbir fetvasının, Allah Resulünün sünnetiyle çatışmadığını apaçık bir biçimde bu eserde ortaya koyuyor. O, dört büyük imamın ‘ Allah Resulünden gelen dini, eksiksiz bir biçimde ortaya koymuştur’ tezini savunur.
* Yine, bu müctehid imamların sözlerinin veya fetvalarının, Allah Resulü’nün söz ve fiilinden üstün tutulamayacağını da kitapta açıklıyor.
* Bir müctehid imamın fetvasının hadislerle uyuşmaması halinde, böyle bir durumun nereden çıkabileceğini uzun uzun anlatıp açıklamaya çalışıyor bu kitapta.
* Fakat ‘İmam için özür olacak şeyler, onu taklit edenler için olamaz’ tezini de savunuyor. Zira bir imamın ictihadından sonra o içtihadın yanlışlığı ortaya konulabilir.
* Bir kimsenin başka bir kimseye (durumu ve sebepler ne olursa olsun) taassup derecesinde bağlanmasının ve bağlandığı kimsenin her sözünü mutlak ölçü olarak kabul etmesinin bir mazereti olamaz, inancını ifade ediyor.
İÇTİHAD RİSALESİ
Müçtehid imamlardan birinin sahih hadise aykırı bir sözü bulunursa, o hadisi terk etmesi konusunda mutlaka geçerli bir mazereti bulunması gerekir.bütün bu mazeretleri üç kısımda toplamak mümkündür:
1. Resulullah’ın o sözü söylediğine inanmaması,
2. Bu sözle anlatılan meseleyi kastetmiş olduğuna inanmaması,
3. Bu hükmün neshedilmiş olduğuna inanması.
Bu üç kısımdan da birçok mazeret sebepleri doğmaktadaır.
Birinci Sebep:
Hadisi şerifin müctehide kadar ulaşmamış olmasıdır. Hadis kendisine ulaşmamış müctehid ise onun gereğini bilmekle yükümlü değildir. Böylece hadis kendisine ulaşmamış olunca, onunla ilgili konuda ya bir ayetin zahir manasıyla, ya başka bir hadisle ya kıyas veya istishabın gereğine göre hükmetmiş olacaktır. Bu hüküm bazen söz konusu hadise uygun olabileceği gibi bazen aykırı da olabilir.
Selefin bazı hadislere aykırı olarak söyledikleri sözlerinin çoğunda bu sebebe rastlanır. Zira Resulullahın bütün hadislerini tamamıyla bilmek bu ümmetten hiçkimeye nasip olmamıştır.
Hiç kimse ‘’hadislerin tamamını bilmeyen müctehid olamaz’’ diye bir iddiada bulunmasın. Çünkü müctehidin Resulullah’ın ahkamla ilgili bütün söz ve fiillerini bilmesi şart kılınırsa, o zaman ümmet içerisinde tek bir müctehid yok demektir. Alimin erebileceği derece bunların hepsini değil çoğunu bilmekten ibarettir.Öyle ki onun bilmediğiancak teferruat ve tafsilatla ilgili az bir miktar olmalıdır. İşte müctehidlerin sünnete muhalif ictihadları bu kısımda söz konusu olmaktadır.
İkinci Sebep:
Hadis müçtehide ulaşmış bulunur ancak aşağıdaki sebeplerden dolayı kendisi onu sabit ve sahih bulmaz:
1. Hadisi kendine nakleden ravilerden birisi müçtehidçe meçhul olur
2. Yahut yalancılıkla itham edilmiş veye hafızası sağlam olmayan biri tarafından rivayet edilmiş olur.
3. Muttasıl bir senetle değil munkatı’ bir senetle rivayet edilmiş olur.
4. Hadislerin lafızları zabtedilmemiş olur.
Halbuki aynı hadis başak bir müçtehid tarafından sahih ve sabit kabul edilir, şu sebeplerden dolayı:
1. Bu müçtehide hadisi rivayet edenler muttasıl senetle rivayet etmişlerdir ve raviler sika kişilerdir.
2. Birinci müçtehidin tanımadığı raviyi ikinci müçtehid tanıyabilir.
3. Birinci müçtehide rivayet eden mecruh kişiler yerine ikincisine mutemet kişiler rivayet etmiş bulunur.
4. Bir başka yönden muttasıl olabilir.
5. Hadisin lafızları diğer bazı hadis lafızları tarafından zaptedilmiş olabilir.
6. Hadisin sahih olduğunu gösteren ona yakın başka rivayetler ve deliller bulunur.
Hadisler bazı alimlere sahih senetlerle gelirken, bazılarına zayıf yollardan gelmiştir. Bu sebeple de birinin yanında hüccet olurken, diğerine aynı vasıfta gelmemiş olabilir.
Üçüncü Sebep:
Bir müçtehidin sahih saydığı bir hadisi başka bir müçtehidin kendi içtihadına göre zayıf saymasıdır. Bu durumda müçtehidlerden birisi hadise aykırı içtihatta bulunmuş olur. Bunun da birkaç sebebi vardır:
1. Hadisi rivayet edenlerden birini bir müçtehid zayıf, diğeri sika kabul edebilir.
2. Müçtehidlerden birisi kendisine rivayette bulunan muhaddisin, söz konusu hadisi üstadından duymadığına, diğer müçtehidin ise duyduğuna kani olabilir.
3. Muhaddisin iki zıt hali olabilir. Norma (istikamer) ve bozuk hal(ızdırab hali). Normal halinde rivayet ettikleri sahih, bozuk halinde rivayet ettikleri ise zayıftır. Müçtehidlerden birisi, hadisin muhaddisin hangi halinde rivayet edilmiş olduğunu bilmez. Diğeri ise normal halinde rivayet etmiş olduğunu bilir.
4. Muhaddis önceden rivayet ettiği hadisi bir daha hatırlamamak üzere unutur veya rivayet ettiğini inkar eder. Müçtehidlerden biri bu durumun hadisi zayıf kıldığı hadisi almamak için aksini iddia ederek hadisle delil getirmenin sahih olacağına kani olur.
5. Hicazlıların çoğu kendilerinde aslı bulunmadıkça Şam veya Iraklıların hadislerini hüccet kabul etmezler. Onlar sadece kendilerinin sünneti zaptettiklerine ve dikkatlerinden hiçbirşeyin kaçmadığına inanıyorlardı. Bazı Iraklılar da Şamlıların hadislerini hüccet kabul etmezler..
Dördüncü Sebep:
Müçtehidin, hafızası sağlam ve mazbut bir kişi tarafından rivayet edilen hadisi kabul etme hususunda başkalarınınkine uymayan birtakım şartlar ileri sürmesi
Mesela, bazıları bir hadisi kabul etmek için Kuran ve sahih hadisle karşılaştırmayı şart kılar. Bazıları da hadis, fıkıh usulünün kıyasına uymuyorsa ravisinin fakih olması şarttır, der.
Beşinci Sebep:
Hadis müçtehide ulaşır ve onun nezdinde sahih ve sabit olur da sonradan bu hadisi unutur. Bu hal kitap ve sünnet hakkında varit olmuştur. (Hz. Ömerin mehirle ilgili ayeti unutup, mescitte bir kadının ona hatırlatması. z.a.)
Altıncı Sebep:
Müçtehidin elindeki hadisin incelediği hükme delaletini bilmemesi. Çeşitli sebepleri vardır:
1. Hadisteki hükümle ilgili kelime müçtehide göre gariptir.
2. Müçtehid, hadisteki bir kelimeyi kendi zamanındaki lügat ve örfte kullanılan manasına göre alır. Halbuki Resulullah (s.a.v.) onu başka bir manada kullanmıştır. Müçtehid ise asıl olan lügat manasının alınmasıdır, düşüncesiyle kelimenin sözlük manasından anladığı üzere hareket eder.
3. Bazen kelime müşterek veya mücmel yahut hakikat ve mecaz manaları arasındaki bağlantı çok ihtimalli, çok yönlü olur. Müçtehid kelimeyi kendince en yakın manasına alır fakat maksat diğer mana olabilir.
Yedinci Sebep:
Müçtehidçe hadisin kastedilen manaya delaletini kabul etmemek. Bununla daha öncekinin farkı şudur: Önceki, sözün kastedilen manaya delalet yönünü anlayamamıştır. İkincisi ise delalet şeklini almakla beraber böyle bir delaletin sahih olmadığına inanır. Çünkü kendi içtihad usulü bakımından bu delaleti reddedecek bir görüşe sahip bulunur.
Sekizinci Sebep:
Bir delaletin, mananın karşısında bunun kastedilmediğini gösteren bir başka delilin bulunduğuna müçtehidin inanması. Buna amm ile hassın, mutlak ile mukayyedin, mutlak emirle vücubu ortadan kaldıran delilin, hakikatle mecazının delaletinin vs. karşılaştırmaları örnek teşkil etmektedir.
Dokuzuncu Sebep:
Müçtehidin, bir hadisin zayıf, mensuh veya tevili mümkün ise tevil edilmiş olduğunu gösteren ve ittifakla bunu teyit eden ayet, hadis ve icma gibi başka bir delille çatışmış bulunduğuna inanması..
Onuncu Sebep:
Hadisin; zayıf, mensuh veya tevil edilmiş olduğuna delalet eden bir delille karşılaştığına bir başkası inanmadığı halde diğer bir müçtehid inanabilir. Bazen muayyen bir hadis değil de cinsi (onun şümulüne girdiği nevi) çatışmış sayılır. Bazen de gerçekte böyle bir çatışma olmaz da müctehid böyle zannetmiş olabilir. Nitekim Kufeli alimlerden çoğunun sahih hadisi Kuranın zahiri ile çatışmış görmeleri gibi..
* * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * *
* Sahih bir hadise dayanarak delili açık seçik olan ve bazı ilim ehli tarafından da kabul edilen bir görüşü; elinde bu delili reddedecek bir şey bulunan fakat bizce açık olmayan bir alimin görüşü karşısında terk emdeyiz. Çünkü delili bizce bilinmeyen bu alimin bilgisi ne kadar çok olursa olsun, onun yanılma ihtimali söz konusudur….Şer’i delile dayanan delil kendisi gibi başka bir delille çatışmadıkça hatalı olması mümkün değildir. Alimin ise görüşü böyle değildir.
* İçinde helal ve haram hükmü bulunan bir hadise rastlanır ve terk sebeplerini anlattığımız alimlerden birinin de bu hadisi terk ettiği (amel etmediği) görülürse, haramı helal veya helali haram kıldığı veyahut Allahın indirdiğinden başka bir şeyle hükmettiği için o alimin ceza göreceği inancına kapılmamalıdır.
* İslam diyarından uzak yerlerde yetişen veya yeni Müslüman olan kimse, haram olduğunu bilmediği yasaklardan birini işlerse günahkar olmaz ve kendisine had (şer’i ceza) uygulanmaz. Durum böyle olunca; bir işi haram kılan hadis kendisine ulaşmadığından ötürü onu mübah sayan ve bu hususta şer’i delile de dayanan kimsenin mazur kabul edilerek ceza görmemesi akla daha uygundur. İşte bunun içindir ki, içtihadında yanılan kimse övgü ve sevaba layık görülmüştür.
* Bir nassla amel etmeyen kimsenin ceza göreceği düşünülse bile bu cezayı önleyecek engeller vardır. Bu engeller tevbe, istiğfar, günahları silip süpüren iyi ameller, çekilen bela ve musibetler, şefaati makbul onanın şefaati ve nihayet en büyük merhamet sahibinin merhameti..
* Haber-i vahid, bütün fakihler ve kelamcıların çoğuna göre (ilim) ifade eder ve ifade ettiği bilgi kessin kabul edilir. Bazı kelamcılara göre ise ilim ifade etmez.
* Bazı filler hakkında lanet, ateş vs. özel tehditler ifade eden hadisler vardır ki, birçok yerde açık ve kesin oldukları halde bazı alimler bunlarda ihtilaf etmişlerdir. Mesela; Ibn Abbasın Resullullah’tan (s.a.v.) rivayet ettiği bir hadiste ‘’ Allah, kabirleri ziyaret edenlere, onların üzerine cami yaptıranlara ve kandil yakanlara lanet etsin’’ buyurulmaktadır. Halbuki alimlerden bazıları da mekruh demişlerdir. Haram diyen hiç olmamıştır.
* Bir mazeretin, makbul mazeret sayılabilmesi için onu ortadan kaldırmada da kişinin aciz olması lazımdır. Yoksa hakkı bilme imkanına sahip olup da onu araştırmada kusurlu davrananlar, mazeretli sayılmazlar.
* Kur’an ve hadiste tehdit ve ceza gerektiren nasslar çoktur. Bunları icap ettirdikleriyle genel olarak, herhangi bir şahıs tayin etmeden hükmetmek gerekir. Muayyen bir şahıs için ‘şu lanetlenmiştir’ veya ‘gazaba uğramıştır’ yahut ‘ateşe müstehaktır’ şeklinde hükümde bulunmak caiz değildir. Özellikle o şahsın birtakım faziletleri ve sevapları varsa…
‘’ Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler karınlarına ancak ateş doldurmuş olurlar. Zaten onlar çılgın aleve atılacaklardır.’’ Nisa.14
‘’Hırsıza Allah lanet etsin’’
‘’ Kalbinde zerre kadar kibir olan cennete giremez.’’
‘’ Aldatan bizden değildir’’
‘’ Her kim haksız yere bir müslümanın malını elinden almak için yalan yere yemin ederse, Allah ona gazablanmış olduğu halde huzuruna çıkacaktır.’’
.
.
.
.
Bu ayet ve hadislerde geçen fiilleri yapan bir kimse için, bu şahıs bu fiilleri işlediğinden ötürü cezaya uğrayacaktır demek ve lanet etmek caiz değildir. Yine bu fiilleri işlemek Müslümanlara, ümmet-i Muhammede, sıdıklara ve salih kişilere lanet etmeyi gerektirmez..
Hazırlayan: Zeynep Andıç
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder